Geçen haftaki yazımda, ölüm yıldönümü nedeniyle Mustafa Suphi’yi anmış ve farklı bir açıdan bir Mustafa Suphi değerlendirmesi yapmıştım.
Daha önce üzerinde durduğum bilgilerin de ışığında bu hafta Mustafa Suphi’yi bir devrimci enteletüel-siyasal kişilk olarak değerlendireceğim.
Öncelikle şunu söyleyeyim, Mustafa Suphi gibi renkli bir şahsiyetin ve onun biyografisinin, üstelik hayat hikâyesinde Türk siyasal hayatında çok önemli isimlerle anılan o kadar gizemli, sırlı konu varken, doğru dürüst edebiyat ve sanat konusu olmaması Türk entelektüel hayatının büyük eksikliğidir.
Rahmetli hocam büyük sosyolog Doğan Ergun ile Bahçelievler Bulka Pastanesi buluşmalarımızda arada bir Mustafa Suphi konusunu konuşurduk. Sürgünde olduğu Sinop’tan liberal Ahmet Bedevi Kuran ile birlikte kaçışı başlı başına büyük bir romanın ilham kaynağı olabilecekken edebiyatçılarımızın bunu görmemesini Doğan hocam hayretle karşılamıştı.
Gerçekten de Mustafa Suphi’nin -arkadaşı Ahmet Bedevi Kuran ile birlikte- aşina olduğu Avrupa’ya, Paris’e rahatlıkla ulaşma imkânı varken hiç tanımadığı, kaynayan kazan Rusya’ya gitmeyi tercih etmesi çok manidardır. Üstelik Osmanlı devleti ile Çarlık Rusya arasında savaşın ayak sesleri (1914, Birinci Dünya Savaşı’nın eşiği) duyulmaya başlamışken.
Mustafa Suphi’nin bu ilgisinin ideolojik nedenlerini geçen yazımda belirtmiştim. İttihatçı paşalar iktidarına (Enver-Talat-Cemal paşalar) muhalefetten dolayı sürüldüğü Sinop’tan kaçışında ilk gittiği yerin Kırım ve ilk temasta bulunduğu kişinin de meşhur çağdaşlaşmacı (Ceditçi) Türkçü İsmail Gaspıralı olduğunun altını bir kez daha çizelim. Rusya hikâyesinin sonrasını önceki hafta yazmıştım.
Mustafa Suphi’nin sosyal bilim açısından öneminin de yeterince dile getirilmediği düşüncesindeyim.
Her şeyden önce o bir “sosyal bilim” doktorudur. Yaşadığı dönemin disipliner koşullarında onun ihtisas alanına pekâla “sosyoloji” de denilebilir. Zaten ilgi alanı “sosyoloji” olmuştur. Bu özelliği pek bilinmez.
Zamanında “doktor” unvanı genellikle tıpçılar için kullanıldığından “Dr. Mustafa Suphi” diye bir ifadeye hiç rastlanmaz. Sosyalist gelenek içerisinde “Dr.Hikmet Kıvılcımlı”, “Dr.Şefik Hüsnü” gibi nitelendirmeler olmuştur. Ancak onlar tıp doktorudurlar. Sanıyorum o zamanlar sosyal-siyasal bilimler alanındaki doktorluklar bir unvan ile ifade edilmiyordu. Nitekim Paris’te Mustafa Suphi ile aynı okuldan mezun olan Yusuf Akçura da, üniversitede hocalık yapmasına rağmen, en azından gündelik yaşamında, siyasal etkinliklerinde ve yayınlarında unvan kullanmamıştır.
Mustafa Suphi, önemli politikacıların ve bilim insanlarının yetiştiği Paris Siyasal Bilgiler Okulu’nda iktisat, siyaset ve sosyoloji eğitimi aldıktan sonra “Türkiye’de Tarım Kredi Kooperatiflerinin Durumu ve Geleceği” adıyla bir tez hazırladı.
Büyük bir beğeniyle kabul edilen çalışmasının verileri, Avrupa’da birçok kongrede tartışılmış ve önemli bulunmuştur.
Yusuf Akçura, Ahmed Ferid Tek gibi önemli Türk aydınlarının öğrenim gördüğü Paris Siyasal Bilgiler Okulu’nun, Türkiye açısından şöyle bir özelliği de vardı: Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi), büyük ölçüde bu okulun eğitim müfredatı ve ilkeleri çerçevesinde İkinci Meşrutiyet döneminde yeniden revize edilmiştir.
Bu yüzden Paris Siyasal Bilgiler Okulu ile bizim Mülkiye arasında “organik” bir bağ vardır diyebiliriz. Cumhuriyet döneminde Ankara’ya taşınan Mülkiye’nin adının olması gerektiği gibi “Siyasal Bilimler” yerine özellikle “Siyasal Bilgiler” olarak belirlenmesi de bu bağdan kaynaklanıyor olsa gerek.
Mustafa Suphi’nin Paris’te aldığı eğitim ve çalışmaları süresince sosyolojiye olan ilgisi Türk bilim tarihi açısından daha anlamlıdır.
Zira, Mustafa Suphi, sosyolojiyi Türkiye’ye taşıyan öncü isimlerden biridir. Suphi, o dönemin en önemli sosyologlarından Celestin Bougle’nin 1907 yılında Paris’te yayınlanan Sosyoloji kitabını Türkçeye çevirmiş 1911 yılında “İlmi İçtimai” adıyla yayınlamıştır. Bu eser Türkiye’de Türkçe olarak doğrudan sosyoloji adıyla yayınlanan ilk kitaptır.
Hilmi Ziya Ülken’e göre Durkheim sosylojisini Ziya Gökalp’ten önce Türkiye’ye getiren isim Mustafa Suphi olmuştur. Durkheim sosyolojisinin özellikle altını çizdiği toplumsal birlik, bütünlük, sorumluluk, işbölümü gibi kavramlar Ziya Gökalp kadar Mustafa Suphi’nin düşüncelerinde de önemli yer tutmuştur.
Çok etnisiteli bir devleti emperyalist saldırılara karşı korumanın en temel yolunun birlik ve dayanışmayı; ortak tarihsel duyguları pekiştirmek olduğunu düşünen Mustafa Suphi, İkinci Meşrutiyet döneminde Ziya Gökalp ile oldukça benzer düşüncelere sahiptir.
Öte yandan Mustafa Suphi, ulusalcılığı sınıfsal çelişkilerle birlikte çözümlemesini de bilen parti yoldaşı Yusuf Akçura gibi tarihsel maddeci bir toplum tasavvuru da yapmış ve metodolojik temeli onu sol Türkçülükten zamanla Türkçü sosyalizme ve nihayetinde Galiyevci milli komümizme yöneltmiştir.
Mustafa Suphi’nin etkisi altında kaldığı Fransız sosyolog, Durkheim’in yakın çevresinden olan Celestin Bougle, sosyolojik çalışmalarını özellikle “toplumsal iktisat” konusunda yoğunlaştırmıştır.
İktisat ile sosyolojiyi bütünleştiren, (Durkheimci) toplumsal dayanışma ve işbirliği ile gerçekleştirilen iktisadi kazanımların üzerinde duran bir yaklaşımdır bu.
Mustafa Suphi de sosyolojik bakışını tam bu noktadan başlatmış. Bu nokta onu bu anlayışın en sağlam kurumsal yapısı olan kooperatfçilik düşüncesine, oradan da sosyalizme götürmüştür.
1908-1013 arasında, yani İkinci Meşrutiyet’in siyasal hayat açısından görece en özgür, canlı, tartışmalı; entelektüel açıdan da yine görece en verimli yıllarında kooperatifçilik üzerine yazı yazan, fikir üreten az sayıdaki aydınlardan biri Mustafa Suphi, diğeri Ethem Nejat’tır. Ayrıca yine öncü isimler olarak Ahmet Cevat Emre ve Muhittin Birge’yi sayabiliriz.
Birinci Meşrutiyet döneminin kooperatif öncüsü Mithat Paşa, Cumhuriyet devriminin kooperatif öncüsü Mustafa Kemal Atatürk ve yukarıda saydığım isimler arasında bu anlamda güçlü bir bağın olduğunuı söyleyebilirz.
Türkiye Komünist Partisi Mustafa Suphi ve Genel Sekreteri Ethem Nejat, geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi, parti teşkilatını Anadolu’ya, milli mücadele içerisine taşıma kararı alarak – TKP heyetiyle birlikte- Kars’tan giriş yaptıklarında Parti Başkanı Mustafa Suphi, Mustafa Kemal Atatürk’e telgraf ile bir mektup göndermiştir.
Mektupta ulusal kurtuluşun tam bir zafer ile taçlandırılması için ülkenin iktisadi esaretten kurtarılması gerektiği; ancak bu şekilde tam bağımsızlığın elde edilebileceği; TKP’nin bu misyonla – Mustafa Kemal liderliğinde bütüncül savaşa katkı koymak üzere- Ankara’ya gelmekte olduğu yazıyordu.
Bu mektubun sahibinin kooperatifçi devrimci iktisat düşüncesi, muhatabı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün yaklaşımlarından çok farklı değildi.
Daha da önemlisi “iktisat devrimi” konusunda tam olarak aynı düşünceyi paylaşıyorlardı.
Nitekim Mustafa Suphi ve arkadaşlarının haince katledilmesinden iki yıl sonra “misak-ı iktisadi” kararının alındığı 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Atatürk’ün şu sözleri Mustafa Suphi’nin mektubunun içeriğiyle bire bir örtüşmektedir: “Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadî zaferlerle taçlandırılmadıkça payidar olamaz”
Mustafa Suphi’nin ve Mustafa Kemal’in özellikle tam bağımsızlıktan bahstemesi de üzerinde durulacak bir benzerliktir.
Hep söylerim Mithat Paşa, Mustafa Suphi ve Mustafa Kemal Atatürk arasında ulusal iktisadi dayanışma, toplumsal işbirliği, milli kalkınma ve tam bağımsızlık hedefini taşıyan bir iktisat devrimi çizgisi vardır. Bu çizginin mürekkebi ise halkçılık ve kooperatif düşüncesidir.
Peki Mustafa Suphi ve yoldaşlarını Kemalist hükümetin öldürttüğünü düşünenler böyle bir bağlantı kurabilir mi? Mümkün değil.
Mustafa Suphi’nin entelektüel birikimini ve oturaklı siyasal yaklaşımlarını bütün teferruatıyla ele almadan, nesel olarak incelemeden Mustafa Suphi ile ilgili kısır ideolojik tartışmalar bitmeyecek.
Bu durumnda Mustafa Suphi’yi kim öldürttü? 100 yıldır sorulan ve üzerine tartışılan bu soru ile ilgili bir çözümlemem ve cevabım elbette var.
Ancak benim burada üzerinde durulmasını istediğim konu; milli, demokrat, cumhuriyetçi, özgün bir sol/sosyalist siyasal geleneğin temsilcisi olabilecek entelektüel Mustafa Suphi’yi fikren kimin/kimlerin neden ve nasıl öldürdüğü.
Türkiye’de, ayakları yere basan, güçlü bir sol siyaset olabilecekse herhalde önce bu sorunun cevaplandırılması gerekiyor.