Hakan Reyhan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Yaşam
  4. Oikosundan kopacak 250 milyon kişi

Oikosundan kopacak 250 milyon kişi

featured
Player Alanı

Ekoloji, Biyoloji’nin bir alt dalı olarak 1860’lı yıllarda bilim dünyasında yerini aldı.

Ekoloji’yi literatüre kazandıran kişi, o dönemde Darwin’den daha farklı bir evrim teorisi geliştiren (biyogenetik yasa) Alman zoolog Ernst Heackel’dir.

Heackel, ekoloji terimini Eski Yunan dilinde ev, aile anlamını taşıyan “oikos” kelimesinden türetmiştir.   

Kavram zamanla anlam genişlemesine uğrayarak yaşam ortamı, memleket, yurt olarak da algılanmıştır. Heackel’in oikosa yüklediği anlam da bu geniş çerçevededir: Canlıların yaşama ortamları, var oldukları yer.

Biraz daha eko-sosyolojik olarak bakarsak insanların kültürlerini biçimlendirdikleri, geçimlerini sağladıkları ve yaşamsal aidiyet besledikleri doğaya bağlı/doğa ile içkin memleketleri, yurtları.

1860’lı yıllarda başlayan Ekoloji araştırmalarının son derece devrimci tezleri bize gösterdi ki, dünyada varolan hiç bir yaşam unsuru işlevsiz değildir, anlamsız değildir, sistemsiz değildir.

Yani doğa, canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle sistematik, anlamlı ilişkiler kurduğu ekosistemler bütünüdür.

Bu yüzden insan da dahil bütün canlılar ancak düzeni bozulmamış bir ekosistem içerisinde varlıklarını devam ettirebilirler.

Örneğin bir akarsu, sadece sudan ibaret değidir. Suyun etrafında kümelenmiş bitkiler, ağaçlar, o sudan beslenen yabani hayvanlar, göçmen kuşlar, balıklar, böcekler, yosunlar ve -ekolojik düzene uyum sağladıkları sürece- bu suyu kullanan insanlar hep birlikte o akarsuyun ekosistemini oluştururlar.

Ekosistemdeki her unsurun doğal döngü içerisinde bir diğerine ihtiyacı vardır.

Elbette bu döngüye uyum sağlamayan unsur, kurtlar, geyikler, ağaçlar değil insanlar olmakta, belli yasalarla işleyen ekosistem düzeni insanın doğayı bencilce kullanma hırsıyla bozulmaktadır.

Zaten çevre sorunu dediğimiz durum da işte bu ekosistem düzeninin, uyumunun bozulmasıdır.

Bu bozulmanın niteliğine ve boyutuna göre,  “ekolojik kriz” (ki içinde bulunduğumuz tablo budur) veya “ekolojik çöküş” (ki yakın gelecekte beklenen tablo budur ) söz konusu olmaktadır.

Sadede gelirsek;  günümüzde her boyutuyla hissetmeye başladığımız bir ekolojik kriz veya daha özel olarak ifade edersek iklim krizi yaşamaktayız.

Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, yaklaşık 250 yıldır hızla artarak devam eden kapitalist-metacı büyüme ile doğaya abandıkça abanan emperyalist-sömürgeci ülkeler ve bu ülkelere yaslanarak yayılmış şirketlerin eseri olan bu kriz, ortaya çıkardığı kuraklık, çölleşme, selleşme gibi felaketlerle bütün dünyayı, en çok da yoksullar dünyasını etkilemektedir.

Sanayi Devrimi’nin başlangıç yılları, yani 1700’lü yılların ikinci yarısı baz alındığında, dünya ısısının 1,1 derece civarında arttığı tespit edilmiştir.

Özellikle yoğun üretim ve tüketim sürecinde fosil yakıtlarının (kömür, petrol, doğal gaz) kullanımının atmosfere bıraktığı karbonun atmosferin ekosistem dengesini bozmasıyla başlayan bu ısınma her yıl artarak devam etmektedir.

Kapitalist hayvancılığın ve meta üretim-tüketim çöplerinin (atıklarının) atmosfere bıraktığı metan gazlarını da ayrı bir neden olarak sayabiliriz.

Sonuçta bu sığ kapitalist-metacı ekonomik anlayış devam ediyor ve dünya da ısınmaya devam ediyor.

Gerçekleştirilen gelecek senaryolarına göre yaşam eşiğini aşmamak ve krizin yönetilebilir sorunlarla sınırlı kalmasını sağlamak için küresel ısınmayı 1,5-2 derece aralığını geçmemesi gerekiyor.

Isınma 2 dereceyi geçtiğinde artık iklime dayalı sonuçların yönetilebilir olmaktan çıkacağı öngörülüyor.

Bu, dünya açısından tam anlamıyla bir kaos durumu, kıyamet senaryosu.

Bu aşamada zengin, fakir farketmez, kimsenin doğru dürüst yaşama şansı bulunmuyor. 

“Peki ne olacak?”,  “nasıl bir tablo ortaya çıkacak?” diye sormanın da bir anlamı yok. Çünkü, mevcut 1 küsur derece artışın yarattığı sorunlar bile ortada: Kuruyan göller, akarsular; çiftçileri perişan eden kuraklıklar; suların yükselmeye başlaması; orman yangınları;  nesli tükenmeye başlayan canlılar;  azalan biyoçeşitlilik…

Yapılan araştırmalar, mevcut bütün tedbirlere rağmen, ısınmanın devam ettiğini ve yakın bir zaman kadar da devam edeceğini belirtiliyor.

Çok daha radikal kararlar alınmaz ve eyleme geçilmeze 2050 yılına gelindiğinde ısının,  korkulan ilk eşik olan 1,5 derece sınırını aşacağı düşünülüyor. 

Bu yüzden dünyanın hemen her ülkesinde, iklim konusundaki yükümlülüklerin altını çok daha net bir şekilde çizen ve gelecek tehlikesini daha açık bir dille deklere eden  Paris İklim Zirvesi’nden (2015) bu yana “sıfır karbon” politikaları gündemin ilk sırasına oturdu.

Ayrıca metan gazını azaltacak sıfır atık politikaları da önemini koruyor.

Genel olarak hedef; 2050 yılına gelindiğinde karbon emisyon miktarını kademeli olarak sıfıra indirmiş olmak ve bu şekilde dünyanın ısısını en azından 1,5-2 derece aralığında tutabilmek, yani büyük ekolojik kıyameti önlemek.

Hâlâ mevcut büyüme ideolojisinin tesirinden kurutulamamış olan büyük devletler ve şirketler ile bu hedefe nasıl ulaşılır o da meçhul olmakla birlikte, buna ulaşıldığında, yani ısının 1,5 derecede durdurulduğunda dahi “küçük kıyamet” diyebileceğimiz bir durum bekliyor dünyayı.

En büyük tehlike; kronik kuraklık, su kaynaklarının azalması, yağış rejimin değişmesi ve buna bağlı olarak daha sık görülmesi beklenen sel felaketleri.

Distopik romanları hatırlatırcasına yayınlanan iklim senaryolarına göre; daha da sık görüleceği öngörülen orman yangınları ekosistem dengesini bozacak, çoğu bitki ve hayvan türü yok alacak, eriyen buzulların yükselttiği deniz ve okyanus seviyeleri özellikle kıyı kentlerini yaşanmaz hale getirecek.

Suyu ince bir halat gibi akan akarsuları, kuruyan gölleri görmeye başladık bile zaten.

Yaşam alanlarında, oikoslarda görülen bu bozulma çok daha büyük bir tehlikeyi de ülkelerin sınırına getirmeye başladı: İklim göçmenleri.

Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası bünyesinde yapılan farklı araştırmalara göre, ısınma bu şekilde devam ederse 2050 yılında 200-250 milyon insan, yerini yurdunu yani oikosunu terk etmek zorunda kalacak, yani iklim göçmeni olacak.

Şimdiki ısınma düzeyine bağlı yaşanan iklim dengesizliklerine bağlı olarak bile dünyada 25-30 milyon kişinin göç sürecine girdiği gözlemlenmiştir. 

Ancak 2050 yılında, yani ısınmanın bu düzeyde devam ederek 1,5-2 derece aralığını geçmesi durumunda yaşanması beklenen iklim göçü diğer hiçbir göç hareketliliğine benzemeyen bir nitelik taşıyacaktır.

Her şeyden önce çölleşen, kuraklaşan ya da sular altında kalan topraklarından göçmek zorunda olan insanların bir daha geri dönme umudu kalmayacaktır.

Çünkü artık oikosları sadece hasar görmüş değil, tamamen yok olmuştur.

Yani bu göçmenler için geri dönüş umudu yoktur.

Yaşamlarıyla bağlı oldukları memleketlerini, yurtlarını (oikoslarını) kalıcı olarak terk etmiş olacaklardır.

Yaşam mücadelesi verildiği için oldukça agresif ve gerektiğinde saldırgan bir göç hareketliliği söz konusudur.

Ayrıca bu göçler, çok büyük ihtimalle aşama aşama, kısım kısım olmayacak, aniden ve kitlesel olarak gelişecektir.

Ülke sınırlarına birden bire, hızlı bir şekilde yüz binlerce insan dayandığında hiçbir sınır kuvveti, güvenlik tedbiri veya yasal önlem etkili olamaz.

Hele ki, gelen insanların artık kaybedecek hiçbir şeyleri kalmamışsa, her şeyden önce oikoslarından olmuşlarsa.  

Düşünün;  buzulların erimesiyle denizlerde meydana gelecek 50 cm’lik yükselmenin Mısır nüfusunun yüzde 16’sının kuzeye doğru göç etmesine yol açacağı öngörülmektedir.

Keza, Orta Avrupa’da çanak biçiminde yer alan Hollanda’nın sular altında kalacağını iddia eden epeyce bilim insanı vardır.

Özellikle Güney’in ve Doğu’nun yoksul coğrafyalarından da milyonlarca iklim göçmeninin harekete geçeği düşünülmektedir.

Hemen bütün göç hareketliliğinin Türkiye sınırlarını zorlayacağı açıktır.

Ayrıca güney kısımları Akdeniz iklim kuşağında bulunan ve dolayısıyla küresel ısınmaya dayalı iklim değişikliğinin sonuçlarını ciddi biçimde yaşayacak olan ülkemizde de 2050 yılında Mersin, Adana, Antalya gibi güney kentlerinden kuzey kentlerine özellikle de İstanbul’a ve Karadeniz’e doğru iklime dayalı bir göç akınının olabileceği düşünülmektedir.

Zaten büyük kentleşme sorunlarıyla yüz yüze olan kentlerimizin bu olası yeni agresif iç göç yükünü kaldırabilmeleri mümkün değildir.

Son on yıl içerisinde nispeten kademeli olarak sınırlarına yönelen 2 milyon Suriyeli göçmeni geri püskürtmek için türlü yollar deneyen, göçmenlerle ilgili korkulu rüyalar gören ve Türkiye’nin tampon bölge olmasıyla ancak biraz rahatlayan Avrupa ülkeleri herhalde 250 milyon agresif göçmenin yaratacağı daha büyük sorunları, öncesinde önlemek için çok büyük bir çaba harcamaktadır.

Bu çabaların en büyüğü, dünyayı bu vahim tabloyu yaşatmayacak bir ısınma düzeyinde tutacak sıfır karbon ve yeşil dönüşüm politikalarının hayata geçirilmesini sağlamaktır.

Bu doğrultuda epey adım atıldı.

Öte yandan Avrupa ülkelerinin ısınmayı önleyici iklim politikalarının etkisiz olması durumunda uygulamaya geçirilecek acil eylemlerle ilgili kapsamlı bir önlem politikası ve planlaması hazırlığı içerisinde oldukları da görülmektedir.

Peki, bütün göç yollarının sınırlarından geçeceği anlaşılan ve belki de iklim göçünün en çok tehdit edeceği ülke olan Türkiye ne yapıyor ve ne yapacak?

Bu konuda kapsamlı, çok boyutlu ve farklı senaryoları dikkate alan bir eylem planı hazırlığı var mı? 

İnşallah vardır veya kısa zamanda olacaktır.

Elbette her şeyden önce yapılması gereken; oikosu, yani içinde yaşayan bütün canlılarla birlikte yurdu, memleketi oikos düşmanlarından korumak; oikosun yaralarını iyileştirmek; oikos sisteminin (ekosistemin) yeniden düzenli çalışmasını sağlamaktır.

Artık gerçek yurtseverlik oikos merkezli düşünmek ve harekete geçmektir.

Ulusalcılık ekolojik düşünmek ile gerçek anlamını kazanacaktır.

Çevreci olmayan bir ulusalcılık, ham hayal satmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Eğer çok ciddi ve kararlı küresel-ulusal iklim politikalarıyla ısınma durdurulamazsa 2050 sonrasında göç yollarına düşeceği tahmin edilen 250 milyon kişi, sadece ülkelerini, kentlerini terk ediyor olsalardı, sorunun tahrip gücü daha az  ve yönetilmesi daha kolay olabilirdi.

Ancak, bu insanlar kısa sürede yok olan veya yaşam imkânı kalmayan oikoslarından koparılacaklar.

İşte zor ve tehlikeli olan durum bu. Bu tehlikeli senaryoyu çöpe atmak, enternasyonal işbirliği, ulusal mücadele ve ekolojik bilinç ile mümkün olabilecektir.      

Oikosundan kopacak 250 milyon kişi
Yorum Yap