Geçen yazımda Türkiye’de adamakıllı bir sosyalist ve sendikal hareket olmadığı için merkez sol ve sosyal demokrat siyasetin de kökleşmesinde ciddi zorluklar yaşandığını belirtmiştim.
Batı demokrasilerinin gelişim sürecinde belirleyici olan Sanayi Devrimi’nin ülkemizde yaşanmaması, tutarlı bir kentleşmenin gerçekleşmemesi, güçlü bir işçi sınıfının oluşamaması gibi faktörlerden bahsetmiştim. Bu hafta bu konuyu irdelemeye devam edeceğim.
Bu eksiklik durumunun Türk siyasal hayatındaki sonuçlarını anlamak açısından Türkiye’de sol, sosyalist geleneğin oluşum-gelişim dinamiklerini sosyolojik olarak çözümlemek gerekmektedir.
Türkiye’de gerçek anlamda sendikal örgütlenmelerin ortaya çıkması ve siyasal harekete yol açması ancak 1960’lı yıllarda, o da uygun anayasal zeminde biraz aydınların itmeleriyle söz konusu oldu.
Zaten oldukça zayıf olan sendikal kültür de, ciddi bir sosyalist veya sosyal demokrat harekete yol açmadan ardı ardına gelen darbelerle yok edildi, dönüştürüldü ve etkisizleştirildi.
Bununla birlikte sendikaları arkasına alarak işçi sınıfının kitlesel dinamizmini örgütsel gücüne taşıyan; başta emekçiler olmak üzere bütün vatandaşların demokratik ve sosyal hak taleplerini siyasal programının önceliği yapmış olan sosyal demokrat-sosyalist bir siyasal hareketin etkili bir şekilde gelişemediğini ve bu alandaki boşluktan kaynaklanan büyük siyasi ağırlığın CHP’nin sırtına bindirildiğini söylemek gerekir.
1960’lı yıllarda (Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı ulusal sanayileşme hedefinden uzaklaşıp bağımlı-montaj sanayi sistemine geçilmiş olmakla birlikte) makul sayılabilecek bir sanayileşme düzeyine ulaşıldıktan sonra, anayasal-yasal zemin de uygun olduğu için, görece güçlü-örgütlü sendikalar görülmeye ve işçi sınıfı siyasete yön vermeye başlamıştı.
Türkiye’de sosyalizme, Batı’daki demokratik sınıfsal içeriğine uygun ve ayrıca milli bağımsızlıkçı çizgide kitlesel meşruiyet kazandıran Türkiye İşçi Partisi (TİP) bu dönemde tamamen sendikacılar tarafından kurulmuştu.
Daha sonra partinin başına getirilen ve Meclis’te grup kuracak kadar önemli bir güce ulaşan Mehmet Ali Aybar liderliği, birkaç yıl içerisinde soğuk savaş solcuları tarafından tasfiye edilmeseydi ve sol-sosyalist siyaset, sokak savaşlarına sürüklenmeyip fabrikalardan, sendikalardan beslenerek büyüyebilseydi, Türk siyasal hayatının eksik olan demokratik sosyalist, sosyal demokrat ayağı sağlam bir şekilde varlığını sürdürebilecekti.
Bu koşullarda güçlü bir partisi olan işçi sınıfı da, sendikal varlığı ortadan kaldıran darbelere karşı gerekli demokratik direnci gösterebilecekti.
Ancak öyle olmadı; 1970 yılların başlarından itibaren işçi sınıfı örgütlenmesi türlü türlü provakasyonlar ve faşizan baskılar sonucunda etkisizleştirilirken sol-sosyalist partiler de Mehmet Ali Aybar’ın TİP çizgisinden iyice uzaklaşıp soğuk iç savaş düzeninin marjinalliğe itilmiş küçük ideolojik fraksiyonlarına dönüştürüldü.
15-16 Haziran olaylarını, 12 Mart 1971 muhtıra-darbesini, 1 Mayıs 1977 katliamını ve nihayetinde sendikaların kapatıldığı, sendikacıların ve sol siyasetçilerin tutuklandıkları, neo-liberal baskı rejiminde işçi sınıfının haklarının ortadan kaldırıldığı 12 Eylül 1980 darbe dönemini hatırlayın.
Bu süreçte gerçek bir sendikal örgütlenmenin ve sosyalist partilerin gelişmesi engellenirken ve sonuçta sol siyaset devre dışı bırakılarak sol ayağı kırık bir demokrasi beyhude yaşatılmaya çalışılırken yelpazenin solundaki boşluğu doldurmak görevini CHP üstlendi.
Öyle ki, özgün TİP hareketi siyasal hayatta silikleştikçe CHP’nin sol çizgisi kalınlaşmaya başladı. Nitekim CHP, parti içindeki sol kanadın güçlü temsilcisi Bülent Ecevit’in 1972’deki CHP Büyük Kurultayı’nda İsmet İnönü’yü devirip Genel Başkanlığa geçmesiyle birlikte demokratik sol kimliğini resmi olarak ilan etti.
Gerçi İsmet İnönü de, siyasal hayatta TİP rüzgârının estiği 1965 yılında CHP’nin siyasal çizgisini “ortanın solu” olarak tanımlamıştı.
Ancak, İnönü’nün hemen bütün solcu aydınların baskı gördüğü, tutuklandığı 12 Mart 1971 muhtırası dönemindeki olağanüstü hal düzenini benimseyen tutumu dikkate alındığında bu görüşünde çok da samimi olmadığını, bu tabirinin geniş bir kitlenin sempatisini kazanmaya başlayan TİP’in tabanını etkilemek doğrultusunda stratejik bir hamle olduğunu belirtmek gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel bürokratik aklını da temsil eden İsmet İnönü, uzun siyaset ömrü boyunca zaman zaman son derece demokratik atılımların ve tavırların öncüsü olmuşken (örneğin 1950’li ve 1960’lı yıllar) bazen de “otoriter milli şef” (1938-1944) veya baskı düzenine meşruiyet sağlayan (örneğin 12 Mart 1971) statükocu anlayışın temsilciliğini üstlenmiştir.
Burada şu tespiti de yapmak herhalde hakkaniyetli olur: İsmet İnönü, bazı dönemlerde ortaya çıkan bürokratik-pragmatik otoriter gelgitlerine rağmen Türk demokrasisinin gelişiminde önemli bir rol üstlenmiştir. Türkiye’nin çok partili hayata geçiş sürecindeki öncü rolü tartışılmaz. 1945-1950 yılları arasındaki İnönü kişiliği, muhalefete yaşama imkânı sağlayarak alan açan bir “demokratik kolaylaştırıcı” niteliği taşımaktadır.
Bu süreçte İnönü, kendi partisindeki “tek parti” yanlılarını bile karşısına almıştır. İnönü’nün radyodan yayınladığı, sertlik yanlısı Başbakan Recep Peker’e karşı muhalefeti kollayan bir söylemi içeren meşhur “12 Temmuz Beyannamesi” (1947) sonrası yaşanan tartışmalar buna iyi bir örnektir.
14 Mayıs 1950 Seçimleri’nde seçimi kaybedince, adeta rejimle simbiyotik bir ilişki içerisinde olan 27 yıllık CHP iktidarını bırakabilmesi ve iktidarı devretmesi de Türk demokrasisini olgunlaştıran bir tutum olmuştur.
Yani 1945-1950 arasındaki İnönü, rahatlıkla “demokrat İnönü” olarak nitelendirilebilir. Ancak öncesinde de bu dönemde de İnönü’yü sol bir siyasal çizgide görmek mümkün değildir. Hatta bu dönemde Türkiye’yi Batı’nın ekonomik ve askeri düzenine bağımlı olarak entegre edecek kapıları da araladığını söyleyebiliriz.
1950-1960 yılları arasındaki İnönü muhalefeti de son derece demokrat bir nitelik taşımış, hatta Demokrat Parti’nin liberal kanadı da (önce Hürriyet Partisi’ni kurduktan sonra) otoriterleşen Menderes yönetimine karşı CHP ile birleşmiştir.
Bu dönemde de, İnönü başkanlığındaki CHP’ye sol bir parti nitelemesi yapılamaz.
Zaten 1965 Seçimleri sırasında İnönü’nün “ortanın solu” söylemine kadar, CHP’nin resmi ideolojik söyleminde sol kelimesine hemen hiç rastlanmaz.
CHP’nin resmi ideolojisini belirleyen altı ilke (altı ok), en başta halkçılık, devrimcilik ve devletçilik olmak üzere esasında sola yakın bir siyasal anlayışı ifade eder. Ama başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere kurucu kadro, cumhuriyetçilik dışında resmi bir ideolojik kimlik ifşasından özellikle kaçınmışlar, daha kapsayıcı, her sınıftan ve toplumsal kesimden insanın -temel ilkelere, kırmızı çizgilere sadık kalmak koşuluyla-yer alabileceği bir siyasal yapılanma inşa etmişlerdir.
Parti’nin Ecevit öncesinde sol ile ideolojik teması genellikle halkçılık ve devletçilik ile sol arasında kurulan benzerlikler üzerinden cılız bir şekilde gelişmiştir.
İnönü bile 1965 yılında ortanın solu ifadesini, devletçi oldukları için solda oldukları anlamında kullandığını ifade etmiştir. Atatürk’ün 1920’de bizzat kaleme aldığı “Halkçılık Programı” ise neredeyse sosyalist bir manifesto niteliğini taşır. Ama Atatürk de bir iki konuşması dışında sol, sosyalizm tabirini hiç ağzına almamıştır. (Atatürk ve sosyalizm ilişkisini CHP ve sol ilişkisinden ayrı bir şekilde ele almak gerekir diyerek buraya bir not düşelim.)
Bütün bu kaçınmanın elbette çok önemli bir nedeni de soğuk savaş döneminde sol ile Sovyet Rusya arasında kurulan (kurgulanan) organik ilişki olmuştur. Kemalist kurucu kadronun sola olan mesafesi ve özellikle de milli şef dönemindeki sol, komünizm düşmanlığı, Rusya (Sovyetler) tehdidinin yarattığı olumsuzluklardan büyük ölçüde beslenmiştir.
Sol düşünceyi samimi olarak benimseyen siyasetçi 12 Mart muhtırasına da kararlı bir şekilde direnen Bülent Ecevit olacaktır.
Nitekim Bülent Ecevit, 1966 yılında sol bir söylem ile partinin genel sekreteri olduğunda parti içindeki sağ kanat temsilcileri yüksek dozda itiraz etmişler ve Ecevit’e karşı “sağ Atatürkçü” denilen bir muhalefet hareketi başlatılmışlardır.
Bu süreçte ilk ayrılık hareketi Turhan Feyzioğlu ve arkadaşlarından gelmiştir. Feyzioğlu, Bülent Ecevit’in partiyi sol bir parti haline dönüştürme niyetinde olduğunu, partinin kök ideolojisinden, Atatürk çizgisinden uzaklaştırıldığını iddia etmiştir. Nitekim itirazları dikkate alınmayan Feyizoğlu grubu partiden ayrılarak Güven Partisi’ni (daha sonra Milli Güven Partisi) kurmuştur.
Bülent Ecevit’in demokratik sol düşünceyle partide ağırlığını koymaya başlamasıyla beliren bu ideolojik çatışma 1972’de Ecevit’in Genel Başkan seçilmesine kadar artarak devam etmiş ve bu tarihten sonra, Kemal Satır liderliğinde sol karşıtı bir grup daha partiden ayrılmış ve bu grup da 1972 yılında Cumhuriyetçi Parti’yi kurmuştur.
Daha sonra her iki parti Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGMP) adı altında birleşeceklerdir. Kendisini gerçek Atatürkçü olarak nitelendiren bu parti 1970’li yıllarda iyice sol bir parti konumuna dönüşen CHP’ye karşı oluşturulan Milliyetçi Cephe hükümetleri içerisinde yer almıştır.
Kısacası CHP’nin, tam olarak sol, sosyal demokrat veya demokratik sol olarak nitelendirilmeye başlaması 1970’li yıllardan sonra olmuştur. 12 Eylül darbe döneminde kapatılan CHP’nin bıraktığı zeminde kurulan Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) ve Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP), aralarında ciddi ideolojik farklılıklar olmakla birlikte, sol CHP mirası üzerine kurulmuşlardır.
Ancak SHP, solcu örgütsel-ideolojik geleneği bütünüyle sahiplenirken, Bülent Ecevit’in DSP’si yeni bir ideolojik açılım yaparak parti kimliği olarak sosyal demokrasi yerine “ulusal sol”u benimsemiş ve 70’li yıllar CHP’sinin sol ideolojik örgütlenme geleneği yerine Ecevitçi sol düşünce mirasına sahip çıkmıştır.
Daha sonra yeniden kurulan ve SHP ile birleşen CHP de SHP ile aynı sol, sosyal demokrat çizgide varlığını sürdürmektedir.
Sonuç olarak şunu söylemek ve yinelemek gerekir ki, CHP tarihinde topyekûn bir sol geçmiş aramak boşunadır.
CHP, 1960’lı yıllardan itibaren sol ile utangaç bir temas kurmuş ve esas itibariyle Bülent Ecevit liderliğindeki düzen karşıtı programıyla 1970’li yıllardan itibaren demokratik sol, sosyal demokrat bir parti kimliğini yıllar içerisinde iyice olgunlaştırarak günümüze kadar getirmiştir.
Elbette partiye sonradan eklenen sol kimlik, Atatürkçü geçmişten kopuşu gerektirmemiş, aksine Bülent Ecevit gibi teorisyen particiler Atatürkçülük ile sol düşünceyi bütünleştiren bir ideolojik bileşimi başarıyla gerçekleştirmişler ve isabetli bir çıkarımla Atatürkçü siyasal duruşun nihayetinde demokratik sol bir ideolojiyle bütünleşebileceğini son derece akılcı karşılaştırmalarla ifade etmişlerdir.
Ama şu saptamayı yapmak gerekir: CHP’nin şimdilerdeki yükselen gücü solculuğundan değil, büyük ölçüde cumhuriyetçiliğinden kaynaklanmaktadır.
CHP’nin programının, tüzüğünün, seçim beyannamesinin çağdaş sol/sosyal demokrasi doğrultusunda yenilenmesi gerçek anlamda sol bir kimlik kazandığı anlamına gelmez. Bunun için sınıfsal değişim ve dönüşüm dinamikleri de dikkate alınarak, kitlesel bir bağ oluşturmak gerekmektedir. Bazen gündeme gelen şu yanlış denklemden de çıkılmalıdır: Türkiye’de sol; cumhuriyetçiliğin, Atatürkçülüğün zıddı değildir. Aksine solu güçlendiren akım cumhuriyetçilik olmuştur.
CHP’nin gerçek anlamda sol bir parti olmasının önündeki tarihsel-sınıfsal engeller elbette devam etmektedir. Her koşulda güçlü bir sol parti olabilmesi için ülkede güçlü bir işçi sınıfının, demokratik teamülleri yerleşmiş bir sendikal hareketin ve TİP gibi bir sosyalist hareketin olması gerekir.
Batı’da sosyal demokrat hareket güçlü sendikalarla var olmuş ve güçlenmiştir.
Türkiye’de de CHP, sol bir kimlik ile en büyük gücüne 1970’li yıllarda, yani sendikal hareketin henüz 12 Eylül bataklığında boğulmadığı zamanlarda ulaşmıştır.
Bu yüzden Türkiye’de merkez sol değerlerin ve hatta demokratik sosyalizmin siyasette belirleyici olabilmesi için öncelikle, itirazları ve destekleri dikkate alınabilecek güce, olgunluğa erişmiş; etnikçiliğe, mezhepçiliğe, ideolojik fraksiyonculuğa, inanç sömürüsüne, her ne olursa olsun iktidarcılığa ve muhalefetçiliğe kapılmayıp sadece işçi sınıfının çıkarı, üretimden gelen gücü, ülkenin tam bağımsızlığı ve halkın sosyal, demokratik kazanımları üzerine inşa edilmiş gerçek anlamda bir sendikal örgütlenmenin var olması gerekir.