Hakan Reyhan
  1. Haberler
  2. Kültür Sanat
  3. Bir başka açıdan Mustafa Suphi

Bir başka açıdan Mustafa Suphi

featured

Türk sosyalizminin öncü kişiliklerinden Mutafa Suphi, bundan tam 104 yıl önce 1921 yılının 28 Ocak gecesinde, doğduğu coğrafyada, Karadeniz’in -Suphi’nin hayatı gibi- dalgalı sularında hain bir suikast sonucu öldürüldü.

Mustafa Suphi 1920’de Bakû’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) başındaydı. TKP, Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı’nı, Kuavayi Milliye hareketini ve Kemalistleri hararetle destekliyor, milli mücadele içerisinde yer almak istiyordu.

Bu amaçla bütün teşkilatıyla birlikte Anadolu’ya geçmek ve siyasal yaşamını Türkiye’de, Türkiye’nin sol vicdanı olarak devam ettirmek niyetindeydi.

Bu niyetini Atatürk ile paylaştıktan sonra, Meclis’e de bilgi vererek Bakû’den Anadolu’ya doğru TKP heyetiyle yola koyuldu.

Ancak Mustafa Suphi başkanlığındaki TKP’liler Ankara’ya gitmek üzere Kars’tan giriş yapıp Erzurum’a vardıklarında felaket günleri başladı.

Hepinizin bildiği hikaye; Erzurum’da önceden organize edilmiş yoğun protesto gösterilerinin tazyiki altında kafilenin Erzurum’dan Ankara’ya doğru hareket etmesine izin verilmedi, rota Trabzon-Batum hattına doğru yöneltildi.

Geldikleri yere, Bakû’ya geri dönmeleri isteniyordu. Bunun nedenleri bambaşka bir tartışma ve yazı konusudur.
İşte tam da geri dönüş yoluna yöneltildiklerinde eski İttihatçılardan Yahya Kahya lideliğindeki bir tetikçi grubu tarafından Trabzon-Sürmene açıklarında katledildiler.

O hain gecede öldürülenler arasında Mustafa Suphi ile birlikte, yaşasalardı Türk sosyalizm tarihine damgasını vuracak başka önemli isimler de vardı. Örneğin bir eğitim devrimcisi sayılabilecek, köy enstitüleri fikrinin ve doğa eğitimi, izcilik, doğa sporları gibi “sürdürülebilir eğitim” faaliyetlerinin mimarlarından olan Ethem Nejat partinin genel sekreteriydi. Bu isimlerin hikayeleri de ayrı bir araştırma konusudur.

Mustafa Suphi’nin TKP’si, Sovyetler Birliği içerisindeki Türk coğrafyasında, genellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında esir düşmüş Türkler arasında örgütlenmiş ve özellikle de Rusya’da o sırada Müslümanlar arasında etkin olan “Müslüman Sosyalistler” ile işbirliği içerisinde kurulup gelişmişti.

Öyle ki, TKP’nin kurucu başkanı Mustafa Suphi, ki onun Sinop Cezaevi’nden Rusya’ya geçişi bambaşka heyecanlı bir hikayedir, Ekim Devrimi’nden hemen sonra Kazan sosyalistlerinden Mollanur Vahidov’un lideri olduğu Müslüman Sosyalistler Komitesi ile temas kurmuş ve bu örgüte aktif olarak dahil olmuştur.

Mollanur Vahidov, Sovyet Müslümanlarının lideridir. Resmi sıfatı Müslüman Komiserliği olan birimin başındadır.
Ekim Devrimi’nin başarıya ulaşmasında çok önemli rolü olmakla birlikte Rusya sosyalistlerinden oldukça farklı görüşleri vardır.

Rusya Müslümanlarının milli duyarlılıklarıyla ve çıkarlarıyla örtüşen bir sosyalist strateji belirlemiştir.

Bu amaçla kendisi de üyesi olmakla birlikte Sovyet Komünist Partisi’nin dışında, Türk sosyalistlerinin yer aldığı ayrı bir sosyalist örgütlenme olarak kurulan Müslüman Sosyalistler Komitesi’nin başkanı olmuştur.

Ekim Devrimi sonrasındaki iç savaş sırasında Kazan bölgesini karşı devrimci Kolçak kuvvetlerine karşı müdafaa ederken çok erken bir zamanda (1918) ve genç yaşta öldürülen Vahidov’tan sonra onun yerine geçen isim Sultan Galiyev’dir.

Her iki devrimci de “milli komünizm” denen bir siyasal yaklaşım içerisinde olmuştur.

Rusya’da yaşayan Türk halklarının milli bağımsızlıklarından, milli kültürlerinden, dillerinden, çağdaşlaşma hedeflerinden (Ceditçilik) ödün vermeden birlik ve bütünlük (Turan sosyalizmi de denilen bir yaklaşım) içerisinde Sovyet sistemine dahil olunması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu çerçevede Dünyadaki bütün ezilen, mazlum milletlerin özgürleşmesi için anti-emperyalist, anti-sömürgeci mücadeleleri devrim hareketleri için esas önemli olgu olarak görüyorlardı.

Bu açıdan Sultan Galiyev, Anadolu’da başlayan anti-emperyalist ulusal kurtuluş mücadelesinin sömüregelerde mahkum olan mazlum milletler için büyük bir umut ışığı olarak görüyordu.

İşte bu yüzden de Galiyev’in başta Stalin olmak üzere Rusya Bolşevikleriyle farklı fikirleri oluşmuştu.
Sovyetler Birliği’nde Lenin’in -rahatsızlığıyla brilikte- etkin olmaktan çıkıp ülkede Stalin egemenliği oluşmaya başladığında Sovyetler Birliği’nin geniş bir coğrafyada nüfuzu olan ismi Sultan Galiyev gözden düşürülecek, hatta Kemalistlerle işbirliği içerisindeki “milliyetçi ajan” suçlamasıyla tasfiye edilecektir.

Daha sonra ortaya çıkan soruşturma belgelerinden anlaşılıyor ki, Sultan Galiyev’in yardımcısı Mustafa Suphi de aynı suçlamaların muhatabı olmuştur.

Nihayetinde Sultan Galiyev, uzunca yıllar süren hapis, sürgün hayatından sonra Stalin’in emriyle 1940 yılının yine Ocak ayında kurşuna dizilerek öldürülecektir.

Mollanur Vahidov ve Sultan Galiyev ile ilgili tartışma konuları çok uzundur. Meraklısı Doğunun Büyük Devrimcileri: Mollanur Vahidov ve Sultan Galiyev (Dorlion Yayınları, 3.Baskı, Anakara, 2020) kitabıma bakabilir.

Türk sosyalizminin öncü ismi olarak kabul edilen, TKP’nin kurucu lideri Mustafa Suphi Rusya’ya gittiğinde ilk sosyalist pratiği Türk dünyasının iki önemli ismi Vahidov ve Galiyev’in yanında yaşamıştır.

Mustafa Suphi, her iki milli komünist devrimcinin yardımcısıdır. Dolayısıyla bakış açılarında ve siyasal yaklaşımlarında büyük benzerlikler vardır.

Bunu Mustafa Suphi’nin Yeni Dünya gazetesindeki yazılarında açık bir şekilde görmek mümkündür. Suphi’nin ilgi alanı net biçimde -tıpkı Galiyev gibi- Anadolu ve Türk dünyasıdır, Türki coğrafyadır.

Mustafa Suphi’nin Sinop sürgününden Kırım’a kaçtığında görüştüğü ilk kişi meşhur Ceditçi Çağdaşlaşmacı-Türkçü İsmail Gaspıralı olmuştur. Hatta birlikte uzun bir röportaj yapmışlardır. Daha sonra Suphi, Çarlık Rejimi’nin baskı ve kontrolü altında epeyce eziyetli bir yaşam sürmüştür.

Mustafa Suphi, Ekim Devrimi sürecinde, o zamanın Hilal-i Ahmer (Kızılay) yöneticisi meşhur Türkçü Yusuf Akçura’nın sorumlu olduğu bölge olan Rusya’daki esir Türkler ile (Çoğunluğu Birinci Dünya Savaşı sırasında esir olarak Çarlık Rusyası’nda kalmış Osmanlı askerleri ile) ilgilenmiş ve onları örgütleme çabası içerisine girmiştir.

Yusuf Akçura bu işle meşgul olmak üzere 1918 yılında bir yıla yakın süre Rusya’da bulunmuştur. Mustafa Suphi de Akçura ile aynı zamanda aynı yerde aynı çalışmalar içersindedir.

Ancak Suphi, daha sonra Rusya’daki esir Türklerle ilgili çalışmalarını Müslüman sosyalist hareketi içerisinde sürdürecektir.

Hatta Suphi, Rusya’daki esir Türklerden talimli bir Türk Kızıl Alayı oluşturmuştur.
Türk komünistleri ve sonra TKP bünyesinde eğitilen bu alayın da Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı’na katılması düşüncesi vardı.

Nitekim Mustafa Suphi’nin öldürülmesinen sonra Türk Kızıl Alayı Anadolu’ya gelmiş ve savaşmak üzere Batı cephesine gönerilmiştir.

Uzatmadan devam edelim; Mustafa Suphi’nin katıldığı ve üyesi olduğu ilk sosyalist örgüt, yukarıda bahsetiğimiz Müslüman Sosyalistler Komistesi’dir.

Bu Komite’nin adı bile, Rusya’nın Bolşevik sosyalistlerinden ayrı durmak için özellikle “Müslüman sosyalistler” olarak konulmuştur.

Başta Vahidov ve Galiyev olmak üzere Müslüman Sosyalistler, Rusya’daki reel sosyalizminin içine işlemiş olan Rus milliyetçiliğinden veya milli kültür karşıtlığından tedirgin olmuşlar ve onlardan olabildiğince uzak durmaya, ayrı örgütlenmeye çalışmışlardır.

Hatta Galiyev, Stalin döneminde iyice kronikleşmeye başladığını düşündüğü Sovyet Rus Sosyalistlerindeki bu durumu “büyük devlet şovenizmi” olarak nitelendirmiş, bu şekilde Sovyet devriminin sosyalizmden uzaklaşmakta olduğunu özellikle belirtmiştir.

İşte Mustafa Suphi bu duyarlılıklarla kurulan Müslüman Sosyalistler Komitesi’nin etkin üyesidir.
Onun belki de daha sonra ayrı düşeceği hatta tam bir muhalifi olacağı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden sonra dahil olduğu üçüncü siyasal cemiyet/fırka budur.

Neden üçüncü dediğimi ve ikincisinin hangisi olduğunu biraz sonra aktaracağım.

Mustafa Suphi’nin Müslüman Sosyalistler Komitesi’ndeki konumu o kadar güçlüdür ki, bu komitenin yayın organı olan Kızıl Bayrak da çalıştığı gibi kendi gazetesi olan Yeni Dünya’nın logosunun altında “Müslüman Sosyalistler Komitesi neşriyatıdır” diye yazar.

Yani Türk siyasal hayatında Mustafa Suphi ile birkikte hep önemle adından bahsedilen, üzerinde kitaplar yazılan Yeni Dünya gazetesi, esasında Müslüman Sosyalistlerin anti-sömürgeci, ulusalcı, çağdaşlaşmacı (Çeditçi) bakış açısını yansıtır.

Peki bu hareketin göbeğinde bulunan Mustafa Suphi, Türkiye’nin soğuk savaş ikliminde nasıl anlatılmıştır?
Mustafa Suphi’nin TKP’si onunla ve yoldaşlarıyla birlikte Karadeniz’e gömüldükten sonra, onu öncü olarak kabul eden, anma törenleri düzenleyip adına mersiyeler yazan sosyalistler Mustafa Suphi’yi yeterince, bütün boyutlarıyla anlamışlar mıdır?

Bence Mustafa Suphi’yi bu açıdan değrlendiren ve en iyi anlayan yazar Attilâ İlhan’dı. 1970’li yıllardan 2000’li yıllara kadar ısrarla Mustafa Suphi-Sultan Galiyev birlikteliğini, Suphi’nin ulusalcı/ulusal solcu özelliğini yazdı. Üstelik henüz Rusya arşivlerinin açılmadığı, gerçeklikliklerin ideolojik bağnazlıklarla örtüldüğü o soğuk savaş yıllarında.
Son zamanlarda Mustafa Suphi ile ilgili bir iki gerçekçi araştırma yayınlanmış olmakla birlikte Mustafa Suphi’nin tarihi hâlâ büyük eksikliklerle anlatılamya devam etmektedir.

O zaman şu bilgiyi de verelim, İkinci Meşrutiyet’e doğru giderken Paris’te siyasal bilimler eğitimi almış meşrutiyetçi bir Jöntürk olan Mustafa Suphi, İttihat ve Terakki ile yollarını ayırdıktan sonra Türk siyasal hayatının açık bir şekilde kendisini milliyetçi olarak tanımlayan ilk partisi olan Milli Meşrutiyet Fırkası’na katılmış (1912) ve bu partinin yayın organı olan İfham gazetesinde yazmaya başlamıştır.

Aynı partide Yusuf Akçura da vardır. Ayrıca Mustafa Suphi’yi, Yusuf Akçura ve Ethem Nejat ile birlikte Türk Ocağı’nın kurulma aşamasında ve çalışmalarında da görmekteyiz.

Rasih Nuri İleri gibi bazı TKP yazarları, Mustafa Suphi’nin siyasal düşünce olarak iki ayrı safhasından bahsederler. İkinci Meşrutiyet dönemindeki milliyetçi-Türkçü hatta Turancı Mustafa Suphi ve 1917 Ekim Devrimi’nden sonraki Rusya deneyimi içerisinde değişen sosyalist-komünist Mustafa Suphi.

Bana kalırsa Mustafa Suphi siyasal düşünce olarak değişmemiş ancak olgunlaşmıştır. Nitekim İkinci Meşrutiyet dönemindeki (1908-1914) Mustafa Suphi’nin Türkçülüğü asla ırkçı-yayılmacı bir milliyetçilik değil, Yusuf Akçura’nın ayrımı çerçevesinde söylersek “demokratik Türkçülük” idi.

Ekim Devrimi’inden sonra Müslüman Sosyalistler Komitesi içerisinde fikri-pratik olgunluğuna kavuşan Mustafa Suphi’nin önceki Mustafa Suphiden tek farkı ideolojik-stratejik formasyonuna sosyalist doktrini de dahil ederek yeni bir siyasal bakış açısı oluşturmasıydı. Ancak görüşleri, nihayetinde yol arkadaşı, yoldaşı Sultan Galiyev’den çok farklı değildi.

Zaten Sultan Galiyev de anti-emperyalist, anti-faşist ve sosyalist bir Turan ülkesinden bahsetmiyor muydu? Bu yüzden Jöntürk devrimci milliyetçisi Mustafa Suphi ile Galiyevci sosyalist devrimci Mustafa Suphi arasında temelde çok büyük bir fark olduğunu düşünmüyorum.

Peki Mustafa Suphi ve arkadaşlarını kim katletti? Bazı soğuk savaş solcuları, Kemalizm alerjisi olan Liberaller, İkinci Cumhuriyetçiler ve saltanatçı-Osmanlıcı İslamcılar yıllarca bu katliamın sorumlusu olarak Atatürk ve/veya arkadaşlarını göstermeye çalıştılar.

Belki de bu cinayetin akıbetinin bir türlü anlaşılamaması bu ideolojik-çıkarcı çarpıtma tutumlarından kaynaklanıyor.
Mustafa Suphi’nin sanıldığından veya bilindiğinden çok daha önemli bir siyasal kişilik olduğu kavrandığında gerçeğe daha çabuk ulaşılacaktır.

Mustafa Suphi’nin öldürülmesinin hemen akabinde yoldaşı için uzun bir yazı kaleme alan Sultan Galiyev’in son cümleleri şöyledir: “Kimsenin bilmediği mezarında rahat uyu devrimin erken yitirilen savaşçısı/Geride kalanlar tamamlayacaklardır başlatmış olduğun yapıtı” Sultan Galiyev bu yazısında Mustafa Suphi’nin önemini net biçimde anlatırken Suphi’nin kaybının kendi mücadeleleri için nasıl büyük bir kayıp olduğunu da açıklıkla dile getirmiştir.
Mustafa Suphi ve yol arkadaşları, bütün örgütlülükleriyle birlikte yaşasaydı, legal bir siyasal hareket içerisinde varlığını devam ettirebilseydi ne olurdu?

Bana kalırsa Türkiye, her zaman çok aradığı gerçekçi, milli, demokratik, köklü, cumhuriyetçi güçlü bir sosyalist geleneğe kavuşabilir ve ülkede Atatürk’ün de cumhuriyetçi demokrasi idealinin olmaz olmaz unsuru olan halkçı-çoğulcu demokrasinin sağlam bir sacayağı oluşabilirdi.

Mustafa Suphi’nin başlattığı sol siyasal geleneğe en uygun hareket olan Mehmet Ali Aybar’lı TİP hareketinin 1960’lı yılların ortalarında nasıl bir etki yarattığını gözlemledikten sonra buna inanmamak mümkün değil.

Bir başka açıdan Mustafa Suphi
Yorum Yap