Hakan Reyhan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Kültür Sanat
  4. Rachel Carson düzeyinde bir bilimci-aktivistten ‘Tarhana Osman’ çıkartılırsa…

Rachel Carson düzeyinde bir bilimci-aktivistten ‘Tarhana Osman’ çıkartılırsa…

featured
Player Alanı

Rachel Carson’un “Sessiz Bahar” kitabı 1962 yılında yayınlandı. Cesur, cevval ve coşkulu bir bilim insanı olan Carson, biyokimya alanında 1950’li yıllarda yapmış olduğu araştırmalar sonucunda ABD’den dünyaya yayılan tahrip edici, yok edici emperyal tarım-kimya şirketlerini mahkum etmiş, onların gerçek yüzlerini ortaya çıkarmıştı. Özellikle zararlı böcek ilacı olarak DDT pestisitlerinin toprağı, suyu nasıl kirlettiğini; yaşamı nasıl yok ettiğini açıklayarak halkı uyarmıştı. Sesiz Bahar, Carson’un bütün bu birikimini coşkulu bir dille ama bilimsel olarak aktardığı kitaptı.

İlk defa çok geniş bir kitleye “kral çıplak!” diye seslenen bu kitabın adı da özellikle “Sessiz Bahar” olarak belirlenmişti. Çünkü tarımsal verimliliği artırmak için “zararlı böcekleri” (ayrıca zararlı yabani bitkileri) yok etmek amacıyla üretilen tarımsal kimyasallar, toprağın, suyun içinde ve etrafında süregiden canlı yaşamını da yok etmiştir. Ekoloji bize şunu söyler: Doğada her şey birbirine bağlıdır. Doğaya yönelik yapılan her eylemin bir karşılığı vardır. Carson’un bu gerçekliği ifadesi çok güçlüdür: “Biz, akarsulardaki mayıs sineklerini zehirleriz ve som balığı sürüleri küçülür ve ölür. Biz, göldeki tatarcıkları zehirleriz ve zehir, besin zincirinin bir halkasından diğerine geçer ve kısa sürede göl kıyılarındaki kuşlar, onun kurbanı haline gelir. Biz, karaağaçları ilaçlarız ve daha sonraki ilkbaharda saka kuşlarının şarkıları kesilir..” Baharın gelişini müjdeleyen kuşların seslerinin kesilmesi. İşte “sessiz bahar” budur.

Rachel Carson’un kitabı o kadar etkileyici bir dille yazılmıştır ki, 1960’lı yıllarda çevre hareketinin filizlenmesinde ve gelişmesinde payı çok büyük olmuştur. Tabii Carson’un hedef aldığı şirketler de boş durmamış, onu karalayıcı, fikren etkisizleştirici her yolu denemişlerdir. Carson, bu kitabın yayınlanmasından ve daha da önemlisi tepkili kitleler üzerinde etkili olmasından sonra türlü baskılara maruz kalmış, adeta tecrid edilmiş ve çalışmaları üzerinden bir nevi görünmez bir sansür mekanizması işletilmiştir.

Nihayetinde Rachel, bütün bu sıkıntıların içerisinde kitabının yayınlanmasından iki yıl sonra kanserden hayatını kaybetti. Ama onun gerçekleri cesur yüreklilikle aktaran etkileyici dili sonraki yıllarda dünyanın her köşesinde -aynı ekolojik sıkıntılara maruz kalmış olan-yüz binlerce insanın çevre aktivisti olmasına ve ciddi bir çevreci siyasal hareketin doğmasına yol açtı.

Hemen hemen aynı yıllarda, aynı konularda kafa yoran, araştırmalar yapan, halkını uyaran, yine etkileyici kitaplar yayınlayan biri daha vardı: Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk. Sessiz Bahar’dan dört sene sonra, 1966’da kitabı yayınlandı. Kitabın adı bile çok etkileyiciydi: Gıda Emperyalizmi. Sonrasında ardı ardına “Sessiz Savaş”, “Açlık Korkusu”, “Barış ve Emperyalizm” kitapları okuyucuyla buluştu.

Osman Nuri Koçtürk’e göre, az gelişmiş ülkelerin “az gelişmişlikleri”nin altında yatan ana neden, tarım-toprak-gıda sistemlerinin emperyalist tahakküm altında olmasıydı. Beslenme yetersizliği yaşatılan ülkelerin halkları yoksulluk, sefalet ve açlık korkusu altında kolaylıkla sömürge veya bağımlı hale getiriyorlardı. Bu bir gıda emperyalizmi, aynı zamanda bir biyopolitika sarmalıydı. Koçtürk, bu görüşlerine uygun olarak gıda emperyalizmini kurumsallaştırdığını düşündüğü gıda yardımlarına savaş açtı; tıpkı Rachel Carson gibi DDT pestisitlerinin nasıl bir “canlı yok edici” olduğunu deşifre etti, yardım adı altında bekletilmiş süt tozlarının Türk çocuklarına dağıtılmasındaki “emperyal” amacı dile getirdi. Margarin yağına karşı zeytin yağının, tereyağının yılmaz savunucusu oldu.

Proteinle beslenme alışkanlıkları ile itiraz kültürü, özgür karakter ve bağımsızlık arasında bağlantı kuracak kadar beslenmeciydi. Sonuç itibariyle ülkesinin doğası ve insanıyla birlikte tam bir biyopolitik saldırı altında olduğunu düşünmüş ve fikirlerini her platformda; üniversitelerde, derneklerde, sendikalarda, odalarda, kamu kurumlarında şiddetle, ısrarla dile getirerek en azından kendisinin çevresinde bu konularda bilinçli bir aydın kuşağının oluşmasını sağlamıştır.

Hemen burada belirtelim, meşhur Fransız sosyoloğu Foucault ile özdeşleştiren biyopolitika kavramını ondan çok önce, hem de yerli yerinde kullanan kişi Osman Nuri Koçtürk’tü. Foucault’un bilimsel niteliği ve sosyolojiye katkısı elbette tartışılmaz. Ancak bu, Koçtürk’ün hakkını vermemize de engel olmamalı. Siyaset Bilimi ve Sosyoloji araştırmalarında biyokimya doçenti, veterinerlik uzmanı Koçtürk’e yer vermeyi düşünen bilim insanları yok denecek kadar azdır. Ama bu dışlayıcılık da bilim etiğine veya amiyane tabirle bilim namusuna sığmaz.

Osman Nuri Koçtürk de bütün büyük devrimciler gibi bazı gerçeklikleri önceden görerek aklının ve vicdanının gösterdiği yoldan yürümüş ve herkesi ısrarla, büyük bir feryat içerisinde o yola davet etmişti. Çünkü diğer yollar açlık, yoksulluk, ölüm demekti. Ancak maalesef o da zamanında, canını verecek kadar sevdiği halkı tarafından tam olarak anlaşılamama talihsizliğini yaşadı. Onu en iyi anlayanlar, kelle koltukta mücadele ettiği emperyalist şirketler ve devletlerdi. Bu şirketler, ikinci bir Rachel Carson vakıasının Türkiye’de yaşanmakta olduğunu gayet iyi analiz etmişlerdi. Üstelik Koçtük, Carson’dan bir kademe daha öteye geçmiş sadece şirketlerin yol açtığı toprak ve su kirliliklerini değil, onların emperyalist amaçlarını da deşifre etmişti. Bu yüzden çok daha tehlikeliydi.

Sonradan açılan Amerikan arşivlerinden çıkan 1966 yılına ait bir CIA belgesinde ABD çıkarlarına aykırı hareket eden ve bir an önce etkisizleştirilmesi önerilen isimlerin listesi yer alıyor. Listenin başında kim var dersiniz? O dönemde ABD aleyhtarlığı denilince ilk akla gelen isim olan Mehmet Ali Aybar mı? Hayır. Behice Boran mı? Hayır. Hikmet Kıvılcımlı mı, Mihri Belli mi? Hayır. Sosyalist devrimci öğrenci liderleri mi? Hayır. Kim peki? Gıda Emperyalizmi kitabının yazarı, biyokimya doçenti Osman Nuri Koçtürk. Nitekim Koçtürk’ü etksizleştirme veya değersizleştirme faaliyetleri, sindirme çabaları o tarihten sonra bütün boyutlarıyla devam etmiş, Koçtürk, akademide, bilim dünyasında yalnızlaştırıldığı gibi, onun davasını üstlenen siyasal destekçileri de olmamıştır.

Osman Nuri Koçtürk, sadece araştırmalarıyla akademi dünyasını sarsan bir bilim insanı değil, fikirlerini her platformda korkusuzca aktaran etkileyici, coşkulu bir çevre-gıda aktivistiydi aynı zamanda. Ancak CIA belgesinde belirtilen “etkisizileştirme” faaliyeti hızla devam etti. Ölüm tehditlerine, suikast teşebbüslerine aldırış edecek bir mizacı yoktu zaten. Onu kırılgan hale getiren şeylerden biri; halkının geleceği ve varlığı için coşkuyla dile getirdiği fikirlerinin bir kitle tepkisine dönüşmesini beklerken bunun gerçekleşmemesiydi.
Bu süreçte yalnızlaştırılan Koçtürk, bilim dünyasından da tecrit edilmeye çalışıldı. Düşünün ki, 66 kitabı, 2 binin üzerinde yazısı-makalesi, konferansı olan bir doçente profesör kadrosu verilmedi. Bilimsel çalışma imkanları elinden alındı. Onun emperyalizmle mücadelesi, emperyalistlerin canını acıtacak, asabını bozacak bir somutluk-bilimsellik arz ediyordu. 60’lı ve 70’li yıllarda fikirlerini en kararlı biçimde savundu ve emperyalizm oyunlarına karşı halkını ve devlet yöneticilerini bilinçlendirmeye çalıştı.

Bilim dünyasından tecrid edilse de işçi sınıfının hizmetinde, sendikalarda aynı disiplin ve inançla çalışarak fikirlerini hayata geçirmek istedi. İşte bu yüzden Amerikancı 12 Eylül darbesinde tutuklandı, cezaevine konuldu ve onu ruhsal olarak oldukça sarsan, umutsuzluğa boğan ağır işkenceler gördü. Bundan sonra, uzunca yıllar tamamen kendi halinde yaşadı, mücadelesine küstü, köşesine çekildi, unutuldu. CIA raporunda belirtilen hedefe zor da olsa ulaşılmış, Osman Nuir Koçtürk etkisiz hale getirilmişti.

Son zamanlarda tekrar gündeme “Tarhana Osman” hafifliğiyle getirilmesini; beslenme konusunda zamanında ortaya koyduğu gerçekler yeniden dile getirilirken bile neredeyse beslenme uzmanı/diyetisyen kıvamında sunulmaya çalışılmasını onun mücadeleci, anti-emperyalist, çevreci, bilimsel öncü kişiliğine saygısızlık olarak görüyorum. Onu esas şimdi anti-emperyalist çevreci özelliğiyle yeniden gündeme getirmek ve hakkını vermek gerekmektedir.

Şimdi geçen haftaki yazımın başlığına dönelim: Türkiye’de neden çevreci bir parti yok? Bu soruya şu soruyu ekleyerek yanıt bulmaya çalışabiliriz. Hemen aynı dönemde yaşamış, aynı konular üzerinde düşünmüş, yazmış, konuşmuş olmalarına rağmen, aynı kapitalist-emperyalist çevrelerin tehdit ve baskılarına maruz kalmış oldukları gerçeğini de dikkate alırsak Rachel Carson, milyonlarca kişiyi harekete geçirecek bir çevreci kitlesel harekete neden olmuşken, neden Osman Nuri Koçtürk (daha çok yazmasına, daha çok konuşmasına, daha uzun süre uyarılar yapmasına rağmen) çevreci bir rüzgar doğurmamış, uzun süre bilakis unutulup girmiştir?

Osman Nuri Koçtürk ve eserleri o zamanlarda ABD emperyalizminin devlet ve şirket aparatları kadar ciddiye alınmış olsaydı durum farklı olur muydu acaba? Türk halkının geleceği için ürkütücü gerçeklikleri kararlılıkla dile getiren, yazıya döken bir bilim insanı ve güçlü bir çevre aktivisti Osman Nuri Koçtürk’ün “Tarhana Osman”a dönüştürülmesi ile çevreci partinin yokluğu arasında da bir bağlantı olabilir mi?

Rachel Carson düzeyinde bir bilimci-aktivistten ‘Tarhana Osman’ çıkartılırsa…
Yorum Yap