Hafta sonu ArtNouva sanat fuarındaydım. Stantların arasında dolaşırken aynı sahneye defalarca tanık oldum: Bir ressam, yeni tanıştığı bir alıcıya tablosunu gösteriyor ve daha fırçanın izi kurumadan şu cümle geliyor:
“Bu size şans getirsin.”
Ardından paket servisi gibi devamı: Huzur getirsin, mutluluk getirsin, bereket getirsin…
Yani tablo, bir anda sanat eseri olmaktan çıkıyor; nazarlık hüviyeti kazanıyor.
Şunu söylemem lazım: Bu manzara beni hem güldürdü hem üzdü. Çünkü resim satın almak dediğimiz şey aslında çok yalındır. Ya o yüzeye bakmaktan büyük bir haz duyarsın, her gün tekrar görmek istersin. Ya da dersin ki: “Bu isim yükselecek, bu iş değer kazanacak, ben bunu yatırım olarak alıyorum.” Bu kadar. İki dürüst gerekçe: Görmek ve yatırmak.
Ama biz bunu böyle açık konuşmuyoruz. Onun yerine resmin üstüne dua yüklüyoruz. Tablonun kendisine değil, tablonun taşıdığı tılsıma para veriyoruz. “Huzur getirsin” denildiği anda resim, estetik bir öneri olmaktan çok bir ev eşyasına, hatta ev içi muskaya dönüşüyor.
Bir şey söyleyeyim mi? Türkiye’de sanat piyasasının en kırılgan yeri tam burası.
Batı’da –Paris’te, Londra’da, New York’ta– bir koleksiyoner galeriye girip “Bu parça bana bereket getirir mi?” diye sormuyor. Adam başka bir şey soruyor: “Bu hangi dönem işi? Nerede sergilendi? Kaç parçalık seri? Sanatçının kurumsal geçmişi nedir?”
Çünkü orada mesele iki sütuna dayanıyor:
1. Ben bu işi her gün duvarımda görmek istiyor muyum?
2. Bu iş beş yıl sonra ne olur?
Kimse “bana huzur getirsin” diye Francis Bacon almıyor.
Bizde ise tablo hâlâ bir çeşit tılsım. Duvarda asılı duran modern muska. Renk, form, katman, dokunun derinliği, tuvalde bozulan figürün neden bozularak anlatıldığı… Bunların hepsi arka odaya atılıyor. Öne sürülen ise şu: “Abla bu evliliğe iyi gelir.”
Şunu sorayım: Bir resim evliliğe iyi geliyorsa, o evlilik zaten bitmiştir.
Burada ressama da, alıcıya da biraz ayna tutmak gerekiyor.
Alıcı tarafında durum şu: İnsanlarımız genellikle resme teknik bir dille yaklaşamıyor. “Bu lekeler niye bu kadar kirli tutulmuş?”, “Buradaki deformasyon bilinçli mi?”, “Bu figür neden bu kadar gerilmiş?” gibi sorular gelmiyor. Çoğu zaman şu geliyor: “Bunun enerjisi nasıl?”
Ressam tarafı bunu biliyor. Karşısında resmin diliyle konuşamayacağını sezdiği anda hemen metafiziğe kaçıyor. “Enerjisi yüksek, huzur verir.” Bu cümle aslında şunu gizliyor: “Senin düşünmene gerek yok, hissetmen yeter.”
Ama bu, izleyiciye saygı değil. Tam tersi. Düşünme hakkını elinden almak.
Sanat izleyicinin sadece duygusuna değil, aklına da hitap etmek zorunda. Yalnızca içimizi okşayan değil, zihnimizi dürten iş kıymetlidir.
Bir tabloyu eve almak çok mahrem bir karardır. Bu kısmı çoğu zaman unutuyoruz.
Çünkü o tablo, eve girince sadece duvara asılmıyor; hayatına asılıyor. Sabah uyandığında ilk onu görüyorsun. Gece mutfaktan suya giderken karanlık koridorda yine o göz seni izliyor. Kavga ettiğin gün de orada, iyi gününde de orada. Evdeki herkes yaşlanıyor ama tablo aynı bakışla duruyor.
Asıl soru şu olmalı:
Ben bu yüzle yaşamaya razı mıyım?
İyi sanat bazen huzur vermez. İyi sanat bazen rahatsız eder. İçindeki tortuyu kaldırır. Sana, görmek istemediğin bir şeyle seni baş başa bırakır. “Huzur” kelimesinin dışına taşar. Kanatlarının ucunda çizik taşırır. Seni uykusuz bırakır. Bu kötü bir şey değildir. Bu, resmin seni dönüştürdüğünün işaretidir.
Fakat “huzur getirsin” dilinde buna yer yok. Orada sanat sakinleştirici bir bitki çayı gibi düşünülüyor. “As duvara, tansiyonun düşsün.”
Sanatı uyku ilacına çeviriyoruz.
Biraz daha dürüst olmamız gerekmiyor mu?
“Bunu neden almak istiyorsun?” sorusuna iki yanıtımız olmalı ve ikisi de utanılacak yanıt değil:
Bir: “Çünkü bakmaya doyamıyorum.”
Bu cümle sanata kurulabilecek en temiz cümlelerden biridir. Her bakışta yeniden bakmak istemek… Bu, resimle kurulan duygusal bağın çekirdeğidir.
İki: “Çünkü değer kazanacağını düşünüyorum.”
Buna da burun kıvırmaya gerek yok. Sanat piyasası zaten bu beklentiyle dönüyor. Yatırım için resim almak ayıp değil. Aksine, “şans getirir” cümlesinden çok daha namuslu. Çünkü birinde akıl var. Diğerinde dilek var.
Biz bu iki yanıtı açıkça kuramadığımız için “bereket getirsin” diye dolanıyoruz. O cümle, aslında yetişkinlerin birbirine söyleyemediği gerçeğin üstüne örtülen battaniye: “Ben bunu ya duvar için alıyorum ya da ileride satmak için. Ama bunu böyle söylemeye utanıyorum. Bari kader diliyle konuşayım.”
Sanatta kader dili, çoğu zaman cehaleti cilalayan bir ciladır.
Şunu da söylemek istiyorum: “Enerjisi yüksek, şansı açık tablo” cümlesi sadece komik değil, aynı zamanda tehlikeli. Çünkü resmi, resim olmaktan çıkarıyor; objeye indiriyor. Üstelik bu dil, vasat işi de kurtarıyor. Teknik olarak zayıf, düşünce olarak yüzeysel, yapısal olarak dağınık işleri bile “bak bu uğurlu” etiketiyle parlatıyor. Yani kötü işe kalkan oluyor.
İyi resim zaten kendi başına durur. Ona muska cümlesi gerekmez.
Bir tabloya güveniyorsan, “şans getirir” demezsin. Dersin ki: “Bak şurada yaptığım kırılma, şu figürü kasıtlı bozma, ışığın kirli tutulduğu şu bölge… tam da memleket gerginliği bu. Ben bunu anlatmak istedim.”
Bu konuşma, hem alıcıyı yükseltir hem ressamı büyütür.
Ama “hayırlı olsun abla, çok güzel bereket açar” dediğin anda herkes küçülüyor.
Bir tablo size hiçbir şey getirmek zorunda değil.
Mutluluk borcu yok. Şans borcu yok. Huzur borcu yok.
Ressam falcı değil; tuval tarot destesi değil.
Bir tablo sadece şunu yapar: Varlığıyla evinizi değiştirir.
Evin ışığını değiştirir. Duvarın tonunu değiştirir. Evdeki sohbetin yönünü değiştirir. Senin bakma süreni değiştirir. Bazen senin karakterini hafiften iter, bazen direnç noktalarını açığa çıkarır.
Yani tablo “getiren” değildir. Tılsım dağıtmaz. Tersine, tablo “dönüştüren”dir.
Ve dönüşümün garantisi yoktur. Zorluğu vardır. Risklidir. Bazen senden bir şey ister.
Sanat zaten bu yüzden kıymetlidir.
Eğer bir tablo tek vaadi olarak “huzur” satıyorsa, o tablonun kendisini değil, pazarlama cümlesini satın alıyorsun demektir.
Ben fuardan bunu alarak çıktım:
Biz hâlâ resimle yaşamak yerine resmi evde yaşatacak bahane arıyoruz.
