Doğu Karadeniz’in henüz tam anlamıyla metalaştırılamamış yaylalarını pazara açmayı hedefleyen “yeşil yol” projesi için toprağı, taşı, çiçeği, ağacı, hayvanı yok etmeye yeltenen iş makinelerinin önüne atılıp canlarını ortaya koyan köylü kadınları ekoloji veya çevre eğitimi almış değillerdi, bir kısmının belki sadece ilkokul diploması vardı, belki o da yoktu.
Doğal hallerinden, içten yaklaşımlarından, naif konuşmalarından anlaşılıyordu ki, çevreci bir partinin veya iktidarı zora sokmak isteyen muhalefet partisinin militanları, partizanları da değillerdi. İçlerinde büyük şehirde yaşamakta olanları, yüksek eğitim görmüş olanları, iyi bir meslek ve iş sahibi olanları da vardı elbette. Ancak onlar da diğerleri gibi memleketlerindeki toprağın, ağacın, suyun acılarını hissedecek bir biyokültürel geleneğin derin hislerini yaşıyorlardı.
Dünyada da benzeri örnekleri görülen bu kadın duyarlılığının çevre psikolojisi ve siyaset sosyolojisi açısından özellikle incelenmesi gerekiyor.
Belki zorunluluktan, belki eşi gurbette olduğu için, ama belki de yaradılışından/doğasından ötürü içinde yer aldığı ekosistem ile adeta simbiyotik bir ilişki içinde olan köylü kadınları yurt topraklarının hemen her köşesinde doğa yıkımına karşı en ön saflarda görmekteyiz.
Kaçkar dağlarını delecek “yeşil yol” hançerine cesurca göğsünü siper eden onlar; biyoçeşitlilik hazinesi vadilerinin yaşam kaynağı olan akarsuları Çamlıhemşin’de, İkizdere’de, Uzungöl’de, Munzur’da, Fethiye’de “derelerimiz özgür aksın” diye haykırarak coşkuyla savunan onlar; Muğla’da ‘karbon kaynağı’ kömüre kurban edilmeye çalışılan Akbelen ormanında kıyımı önlemek için ağaçlara sarılan yine onlar.
Tıpkı 1970’li yıllarda sömürgeci-kapitalist orman talanını ağaçlara sarılarak durduran Hindistanlı köylü kadınları gibi. Hindistan’daki bu eylemlerden “Chipko” (sözcük, eski Hint dilinde sarılma anlamına geliyor) adı verilen bir ekofeminist hareket de doğmuştur.
“Akbelen ormanının her ağacı kesildiğinde kendi ayağım kesilmiş gibi acı hissediyorum” diyerek ağlayan, ağaca bir ana şefkati ve yüreğiyle sarılan Muğlalı yaşlı, bilge köylü kadının çok büyük ihtimalle Hindistan’daki sarılma (Chipko) hareketinden hiç haberi yoktu.
Ancak onları aynı duyguyla, coşkuyla ağaçlara sarılmaya iten kültürel ekolojik bir bağ vardı. Onlar, orman, ağaç, su, iklim mücadelelerini ideolojik bir yönlendirmeyle veya okullardan, kitaplardan elde ettikleri ekolojik bilgilenmeyle değil, binlerce yıllık birikimin kültürel aktarımı olarak doğal bilgeliğin bilinçlendirmesiyle gerçekleştirdiler.
Ülkemizde son zamanlarda sıklıkla görmeye başladığımız “yurdunun, memleketinin, köyünün doğasına sahip çıkan mücadeleci kadınlar”ın enerjik, coşkulu, umutlu fotoğrafları yeni, sahici bir yurtseverlik anlayışının da tartışılmasının ilham kaynağı olmaya başladı.
Yurtseverlik kavramını sadece ülkenin insanlarına özgü tarihsel, toplumsal, iktisadi duyarlılık olarak algılamayıp vatan/yurt aidiyetini ülkenin toprağı, suyu, ormanı, ağacı, havası, hayvanları ile birlikte yani ekosistem bütünlüğü içerisinde geliştiren buna göre tepki koyan yeni bir anlayışın kadınların öncülüğünde veya uyarmasıyla gerçekleşebileceğini gözlemliyoruz.
“Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” ifadesi Anayasa’nın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükmüdür. Burada “ülke” kavramının içeriğini eksiksiz olarak belirlemek gerekiyor. Esasında ülke, sadece devletin siyasal, hukuki, coğrafi sınırlarını ifade etmez. Evet bunlar olmazsa olmaz unsurlardır, misak-ı milli bilinci ve üniter devlet açısından bu çerçevede büyük bir duyarlılık ve uzlaşma olması gerekmektedir. Ancak ülke, sadece insanlarla veya kurumlarla sınırlı değildir. Yurdun akciğeri, bütün ekolojik kaynakların temeli olan ormanlar, yaşam damarları akarsular, bereketli topraklar, yüzlerce yıllık ağaçlar, dağlar, göller, kıyılar ve hayvanlar… Hepsi ülke kavramının içerisinde ve “bölünmez bütünlük” kapsamındadır. Cumhuriyetçilik bütün bu unsurları da kapsayan bir siyasal tavır ve yaklaşımdır.
Sözün özü; ülkenin doğal zenginliklerinin talan edilmesine, yok edilmesine, metalaştırılmasına karşı en ön saflarda doğal bir bilgelikle, adeta bir yaşam mücadelesi verircesine direnen köylü kadınları şimdiye kadar ihmal edilmiş olan yeni bir yurtseverlik anlayışı ve cumhuriyetçilik hareketinin öncü kadınları ve temel ilham kaynağı olmuş durumdadırlar.