Hakan Reyhan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Yaşam
  4. Biyoiktidar, biyopolitika

Biyoiktidar, biyopolitika

Sanayileşmesini büyük ölçüde kapitalist sömürü/sömürgecilik sistemi içerisinde, hegemonik kültürel iklimi de oluşturarak, gerçekleştiren Modern Batı toplumu üzerine çarpıcı eleştirel çözümleme yapanlardan birisi de hiç kuşkusuz Fransa’nın namlı entelektüellerinden Michel Foucault’dur.

featured
Player Alanı

Bazı “post-modern” yaklaşımları, sınıfsal çözümleme eksiklikleri ve emperyalizm-sömürgecilik sisteminin global işleyişini önemsemeyen “mikro analizciliği” eleştirilmeyi hak etse de Foucault, toplumsal-siyasal ilişkilerle ilgili açıklayıcı kavramları literatüre kazandırması açısından önemli bir filozoftur. 

Öyle ki, modern Batı toplumunun tarihsel-kültürel kökenleri ve bu zeminde süregiden toplumsal-siyasal ilişkilerin özellikleri üzerine çözümlemeler yaparken “biyoiktidar” gibi açıklayıcı bir kavram kullanmıştır. 

Esas olarak önemsediği konu, Batı’nın ilerlemeci geçmişi ile anlamlandırarak içselleştirdiği pozitif “uygarlık misyonu” ile çelişen (veya çelişir gibi görünen) otoriter veya totaliter siyasal-toplumsal sistemlerin, anlayışların açıktan veya derinden (hegemonik olarak) nasıl kurulabildiği ve yerleşebildiği.

Focualt bu çerçevede ideolojik işlevlerle yüklenmiş teknolojik gelişimin (ve imkânların) üzerinde özellikle durmuş ve sonuçta bu doğrultuda ilerleyen Batı (“Batıcı”) toplumlarında büyük bir teknolojik-hegemonik güç ile donatılmış olan siyasal iktidarların, iktidar alanlarını iyice genişleterek, “habeas corpus” ilkesi çerçevesinde dokunulmaz olarak kabul edilmesi gereken bedenlere, biyolojik alana da nüfuz etmeye başladıklarını tespit etmiştir.

Yani siyasal iktidar, biyoiktidara da dönüşmeye başlamakta, bu şekilde bireysel özgürlük alanı iyice daralmaktadır. 

Biyoiktidar, adeta vücudun kılcal damarları gibi her yere uzanarak, bireysel-toplumsal yaşantının her unsurunda, en uzak, görünmez sanılan bölgelerinde ve hatta çok özel mahrem alanlarında bile kendisini açıkça hissettiren disiplinci bir iktidar biçimlenişidir.

Foucalt’ya göre biyoiktidar, aynı zamanda bir iktidar ve siyaset teknolojisidir; yaşam/beden üzerinde yarattığı egemenlik ve hegemonya ile siyasal iktidarın devamlılığını sağlamaya çalışır. Bu şekilde çalıştırılan düzenleyici iktidar teknolojisi ile toplum üzerine kurulmuş olan ideolojik hakimiyet kalıcı hale getirilebilir.

Elbette biyoiktidar teriminin kavramsal içeriğine uygun eleştirel çözümlemeleri Dünya’da Michel Foucault’dan başka bir çok entelektüel de yapmıştır. İlk etapta Frantz Fanon, Giorgio Agamben, Michael Hardt ve Antonio Negri’yi sayabiliriz. Türkiye’den bir öncü isim de, başka bir yazımda bahsetmiş olduğum, Osman Nuri Koçtürk’tür.

Yukarıda isimlerini belirttiğimiz her bir filozof veya bilim insanı, biyoiktidarın farklı siyasal coğrafyalarda ve toplumlardaki farklı niteliklerini ve etkilerini çözümlemişler, birbirlerinden oldukça farklı çıkarımlar da ortaya koymuşlardır.

Ancak bütün bu değerlendirmelerden çıkan ortak tespit şudur ki; biyoiktidar, siyasal iktidarın etki gücünün yayılmışlığının, bireyin de nefes alma (özgürlük) alanlarının daraltılmışlığının bir göstergesidir.

Siyasal iktidarın biyoiktidara da dönüştüğü bir düzende, siyasal öznelik sadece siyasal elitlere mahsustur. Bununla birlikte her şey siyasetin nesnesi olabilir;  siyaset dışı kalmak, “apolitik” olmak mümkün değildir.

“Biyopolitika” olarak beliren ve biyoiktidarı pekiştiren siyaset her yerde; ormanda, ağaçta, suda, tohumda, ailenin içinde, mahallenin parkında, ekmeğinin gramajında, istediğin veya istemediğin okulda, tuttuğun takımda, kılık kıyafetinde ve hatta vücudunun her yerinde dolaşıp durmaktadır.

Biyoiktidarı tahkim etmek üzere gerçekleştirilen biyopolitika, Foucault’nun çözümlemelerinde genel olarak Batı toplumlarındaki muazzam teknolojik, iktisadi ve yönetimsel gelişme sürecinin doğurduğu iktidar gücüne ve genişlemesine odaklanmaktadır. 

Ancak benzer biyopolitik uygulamalar geleneksel toplum yapısını ağırlıklı olarak koruyan,  gelenekselci-modernist çatışmasını sıklıkla yaşayan, küresel bağımlılık ilişkisinden henüz tam olarak kopamamış olan; sömürge geçmişli,  az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde farklı sonuçlar doğurabilmektedir.

Yukarıda bahsettiğim Fanon, Koçtük, Hardt ve Negri gibi isimlerin bu yöndeki katkıları önemlidir. 

Siyasal iktidarların biyoiktidar olarak genişlemeye, etkinleşmeye başlamaları, Aydınlanma birikimi, insan hakları müktesebatı, bireylik bilinci ve demokrasi kültürü köklü olan gelişmiş Batı toplumlarında bile totaliter düzenleri doğuran (faşizm gibi) sapmalar yaratmıştır. 

Çokuluslu şirketlerin dünya üzerinde biyoteknolojik hakimiyet kurarak (gıdaya tahakküm yoluyla) yayılmaları; büyük-süper devletlerin çok kapsamlı teknolojik araçlarla, ideolojik baskı aygıtlarıyla, türlü silahlarla özgür bireyleri, ulusları kıskaç altına alma girişimleri ve hatta yapay zeka devriminin yaratttığı kolaylaştırıcı hegemonik gözetleme, baskılama ve cezalandırma sistemleri günümüzde yeni bir iktidar biçimlenişinin, bütün biyoiktidar özellikleriyle egemen olmaya başladığını göstermektedir. 

Bu durumda demokrasinin ve özgürlükler rejiminin sınırlarının ciddi biçimde zorlanmaya başlandığını söylemek mümkündür.

Öte yandan, modern Batı toplumlarında teknolojik ilerlemenin (sürekli teknolojik devrimlerin) siyasal iktidarların biyoiktidar mekanzimasını genişletmelerini kolaylaştıracak güçlü bir potanisyel taşıdığı doğru olmakla birlikte bu sürecin tahrip edici ve bireyi tutsaklaştırıcı boyutlarıyla mücadele edecek niteliklere sahip kurumsallaşmış demokrasilerin, siyasal denetleme mekanizmalarının, demokratik kitle örgütlerinin, sorgulayıcı güçlü bireylerin  ve bağımsız sivil toplum etkinliğinin de söz konusu olması biyoiktidarın etkinlik ve yayılma alanını -her ne kadar ciddi gerilimler yaşansa da- büyük ölçüde durdurabilmektedir.

Batı toplumunun gelişmişlik düzeyine yetişme doğrultusunda hızlı bir modernleşme yolunda yürüyen; sürekli darbelerle yaralansa da demokratik sistemin iyi-kötü varolabildiği; buna karşılık geleneksel toplumun tutucu özelliklerini henüz üzerinden atamamış, bilakis bu tutuculuktan beslenen siyasal yapılanmaların zaman zaman güçlü bir iktidar odağı olabildiği ülkelerde ise siyasal iktidarların -üstelik çağdaşlık gerisinde kalan- ideolojik hedefleri doğrultusunda  biyoiktidarlara dönüşme durumu demokrasi açısından daha vahim sonuçlar doğurabilecektir.

Çünkü, demokrasi kültürünün tam olarak yerleşmediği, çağdaş muasır medeniyet seviyesine ulaşamamış, tam bağısmız bir iktisat düzeni oturtamamış, dış bağımlılığa açık bir  siyasal düzende biyoiktidar biçiminde örgütlenmiş bir siyasal iktidar, hele siyasal tabanı gelenekselci-tutucu kültür dünyasından henüz kopmamış geniş halk kitlelerine dayanıyorsa birey özgürlüğünü, bireysel özerk alanları, kişi hak ve özgürlüklerini ve ekolojik bağımsızlığı çok daha kolaylıkla daraltabilecek biyopolitikaları temel politikaları haline getirebilir. 

Çünkü siyasal sistemin bu doğrultudaki otoriterleşme veya totaliterleşme eğilimini engelleyecek bir fren-denge sistemi henüz tam olarak çalışır değildir. Az gelişmiş ülkelerde toplumun geniş kesimlerinin, toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz eden böylesine bir biyoiktidar yayılımına karşı topyekun bir demokratik direnç gösteme gücü de niyeti de söz konusu olmayabilir.  Hatta aksine, yaygın olan geleneksel-tutucu yaşam biçimini yeniden üretme işleviyle donatılmış bir biyoiktidar geliştirildiğinde bu tabanda bir kültürel meşruiyet kaynağı bile bulunabilir. 

Modernleşme sürecine girmiş olan azgelişmiş ülkelerde -eğer demokratik kurum ve kurallar tam olarak yerleşmemişse- siyasal iktidarların biyoiktidarlara dönüşmeleri iktidar ideolojisi açısından da daha vahim sonuçlar doğurabilir. 

Eğer biyoiktidara dönüşen siyasal iktidar, modernist-seküler bir tabana oturuyorsa “modernist (veya Batıcı) biyo-faşizm”, eğer dönüşen siyasal iktidar gelenekselci-dinsel bir taban oturuyorsa tutucu (veya dinci) “biyo-faşizm” rejiminin yapı taşları örülüyor demektir.

Bu noktaya ulaşıldığında, evleri bile (gözetim altında tutulan) hapishaneye dönüştürecek bir totalitarizm durumu söz konusu olabilir.  

Yani kısacası demokrasi açısından kırılgan ülkelerde biyoiktidarı genişleten biyopolitika çok tehlikeli bir oyuncaktır.

Bu oyuncakla oynanmaya devam edilirse herhalükârda ortaya çıkan sonuç faşizm olacaktır.

Bu faşizm, evi iktidar alanına (siyasal alana) yaklaştırmayan görece pasif bir totalitarizm değil, iktidarı evin içine taşıyan aktif bir biyo-faşizm düzeni olacaktır ki, aslında bu durum daha vahim olmakla birlikte sürüdürlebilir değildir, hatta faşizmin de kırılma noktası buradadır. 

Çünkü hiç kimse en rahat olacağı evinin içinde, bahçesinde, vücudunda, kılık kıyafetinde, ibadetinde, yeme-içmesinde ve elbette doğurmasında, velhasıl özünde-kendisinde iktidar baskısını hissetmek istemez.

En geleneksel toplumlarda bile evin içinde sadece bir reis vardır.

Mahremiyetin korunması, mahremiyete saygı, mahremiyete karışılmaması bütün kültürlerin ortak duyarlılığıdır.

Evin mahremiyeti ve vücudun dokunulmazlığı (habeas corpus), temel hak ve özgürlükler rejiminin de temel dayanak noktasıdır. Yani diğer bütün özgürlükler bu ilkeyle başlar,  bu yok edilirse en başa dönülür. 

Bunları niye söylüyorum? Ülkemizde de zaman zaman bu doğrultruda biyoiktidarı çağrıştıran kararlar, uygulamalar ve yaklaşımlar görülüyor da o yüzden.

Evet, bir kadının inancı için taktığı başörtüsünü doğrudan veya hegemonik baskı ile çıkarmaya çalışmak da;  başka bir kadının doğurma kararına veya nasıl doğuracağına yönelik bir ideolojik-kültürel baskı oluşturmak da biyoiktidar yaklaşımıdır.

Ve herkes için tehlikeli bir durumdur.

Bırakın siyasetin, siyasal iktidarın ulaşamadığı yerler, durumlar da olsun.

İnsanlara kendi dünyalarında, nefes alacakları siyasetsiz oksijen alanları açın.

Hiç olmazsa evinde (oikosunda), bahçesinde, vücudunda rahat bırakın.  

Biyoiktidar, biyopolitika
Yorum Yap