Hakan Reyhan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Yaşam
  4. 1 Mayıs’tan 19 Mayıs’a uzanan mazlumlar köprüsü

1 Mayıs’tan 19 Mayıs’a uzanan mazlumlar köprüsü

featured
Player Alanı

Dünya yaklaşık 250 yıldır hızlı bir kentleşme süreci yaşıyor. Sanayi Devrimi’nden itibaren, kapitalist yayılma ve genişlemeyle birlikte kentlerin yapısı muazzam değişikliklere uğradı.

Batı’da kırlarda feodal yapının ortadan kaldırılması ve kentlerin de devasa üretim düzeylerine ulaşan sanayi merkezleri haline gelmeleriyle birlikte kırdan kente doğru aşırı bir göç süreci yaşandı.

“Kent havası insanı özgür kılar” cümlesi, kırdan kente doğru giderek büyüyen bu hareketliliğin motto ifadesi oldu.

Feodal tahakkümden, kilise otoritesinden illallah diyen köylüler (serfler) -feodalizmin ve kilisenin gücünü kıran burjuva sınıfının iştahlı çağrılarıyla- özgürlük havasına kavuşmak üzere kentlere akın etmeye başladılar.

Kentlerde, yeni icat edilen enerji teknolojileriyle, otomasyon sistemiyle birlikte fabrikalar kurulmaya başlamış ve adeta bir üretim devrimi yaşanmıştı.

Harıl harıl çalışan ve ürettikçe üreten fabrikaların her şeyden önce ucuz işgücüne ihtiyacı vardı.

Kırsal alanlardan zincirlerini bırakarak kentlere yığılan köylüler kent mekânlarını yeniden biçimlendiren kapitalist fabrikaların içerisine çekildiler.

Yetmedi eşleriyle, çocuklarıyla birlikte fabrika işçisi oldular. Kapitalizmin en vahşi niteliğini gösterdiği 1800’li yılların ilk yarısında karın tokluğuna günde 16 saat çalıştırılan aileler vardı.

Okul çağındaki çocuklar bile fabrika çarklarında adeta öğütülüyorlardı. Amerikalı meşhur Marksist iktisatçı, Monthly Review’in kurucularından Leo Huberman, “Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla” adıyla dilimize çevrilen (İletişim, 1990) meşhur eserinde bu hazin durumu çok çarpıcı bir dille anlatır.

Özgürlük havasında kentlere akın akın gelen köylüler, daha büyük bir esaret zincirine bağlanmakta olduklarını fark ettiklerinde iş işten geçmişti.

Artık geri dönüş yoktu, geri dönseler bile bir özgürlük umudu yoktu.

Bu yüzden kır ile bir bağları kalmadı, kentte kalıcı oldular, kentlileştiler.

Fabrika ve işçi barakaları/konutları arasında sınırı çizilmiş kent mekânlarında hayatları geçmeye başladı.

Çalıştırıldıkça sömürüldüler, sömürüldükçe bilendiler, bilinçlendiler, bilinçlendirildiler ve nihayetinde tamamen fabrika-kent mekânlarında kişiliği oluşmuş bir işçi sınıfı ortaya çıktı.

İşçi sınıfı aynı zamanda kalabalık kent nüfusunun büyük bir kısmını oluşturuyordu.

Yani artı değer üreten de kapitalist üretim mamüllerini tüketen de emekçilerdi.

Kapitalist çark çok güzel işliyordu.

Asgari ücretle patronu için çalışan işçi, aldığı üç kuruş parayı yine o patronun açtığı tüketim mağazalarında harcıyordu.

Yani katiyyen emeğinin karşılığı olmayan para patronun cebinden çıkıyor yine patronun cebine giriyordu.

İşte Karl Marks ve Friedrich Engels Avrupa koşullarında kentlerde yerleşen ve önce metropolleşmeyle kırsala, daha sonra sömürgecilikle, küresel pazarcılıkla dünyaya yayılarak her yeri, mekânı, toplumsal ilişkileri, devletleri dönüştüren insanlık ve doğa karşıtı kapitalizmin bu ilk sömürü yüzünü çözümleyerek bayraklaştılar.

Sosyalizm ideolojisi bu koşullara itiraz ile ortaya çıktı.

Sendikal hareket sömürülen işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için örgütlendi.

Nihayetinde Avrupa’nın güçlü sol, sosyalist, sosyal demokrat partileri bu mücadeleler ile birlikte kurulmaya ve siyasal hayatta belirleyici olmaya başladılar.

1800’li yıllar Avrupası ağırlıklı olarak kent mekânlarında sömürerek büyüyen kapitalizm ve buna direnen işçi sınıfı arasındaki çatışmaların, mücadelelerin, kaybedişlerin ve kazanımların fotoğraflarını yansıtır.

Bu fotoğrafın bir yüzünde emeğe yabancılaşmayı, çocuk işçiliğini, kadın sömürüsünü, doğadan koparılmışlığı, yalnızlaşmayı, toplumsal parçalanmayı, intiharları; diğer yüzünde sınıf bilincini, toplumsal dayanışmayı, direnişi, hak mücadelelerini, kolektif örgütlenmeyi, bireylik özgüvenini ve özgürlük duruşunu görmek mümkündür.

Marks’ın o dönemin kaotik iklimi içerisinde geliştirdiği bir devrim öngörüsü veya hipotezi vardı.

Çok basit olarak ifade edersek;

Marks’a göre; kapitalizm, yukarıda bahsettiğimiz sömürü çarklarını daha da şiddetli döndürecekti.

Dizginleyemedikleri sürekli büyüme ideolojileri ile birlikte daha da sömürücü hale gelecekti.

Daha da acımasızlaşacaktı.

Ve sonuçta zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olan, değerin gerçek yaratıcısı işçi sınıfı, kapitalist düzene ve onun siyasal temsilcilerine yönelik büyük bir devrim hareketi başlatacaktı.

Bu devrim sonucunda kapitalist düzen ortadan kalkacak, yerine sosyalist düzen inşa edilecekti.

Bu devrimin kısa sürede gerçekleşmesi içinse aydınların ve sosyalist örgütlenmelerin işçi sınıfına bu doğrultuda bir bilinç taşımaları yeterli olacaktı.

Marks ve takipçileri de bu taşıma eylemini fazlasıyla yaptılar.

Ancak gelişmeler Marks’ın çizdiği diyalektik şemaya göre olmadı.

Elbette diyalektik yasalar yine işliyordu. Ama Marks’ın öngöremediği yeni yaklaşımlar, yeni eğilimler, öngöremediği başka sonuçlar doğurdu.

Sanayi Devrimi’nin yaşandığı, kapitalizmin kapsamlı bir sömürü mekanizması kurarak kök saldığı, emekçilerin fabrika çarkları içinde ezilerek çoğaldığı Avrupa sınırları içerisinde öngörülen sosyalist devrim gerçekleşmedi.

Üstelik 1800’lü yılların ortasından itibaren bilinçlenmeye, örgütlenmeye ve mücadele etmeye başlayan işçi sınıfının, yüzyılın sonuna doğru çok ciddi bir toplumsal ve siyasal güç olmasına rağmen.

Herkesin malumu olan bilgi: Sosyalist devrimler 19.Yüzyıl’ın sonunda veya 20.Yüzyıl başlarında Avrupa’da beklenirken devrim, işçi sınıfının görece zayıf olduğu, Avrupa düzeyinde bir kapitalistleşmenin yaşanmadığı ve nüfusunun çok büyük bir kısmı köylü olan Çarlık Rusyası’nda gerçekleşti.

Rusya’daki devrimin siyasal sosyolojisini ve ekonomi politiğini ayrıca değerlendirmek gerekir. Burada esas üzerinde duracağım konu Avrupa’da neden sosyalist devrimlerin yaşanmadığıdır.

Avrupa’da kapitalizmin yıkılması bu kadar yakın görülüyorken, işçi sınıfı da devrim yapabilecek sayıya, güce ve bilince ulaşmışken, bu neden olmadı?

Aslında Marks’ın hipotezinin gerçekleşmediğini tam olarak söyleyemeyiz.

Çünkü, Marks hipotezini bir ön tespite dayandırmıştı.

Tespiti şuydu: Avrupa’da kapitalizmin mekânsal yerleşmesi boyutlandıkça, yaşam alanları meta-mekân haline getirilerek sömürü sistemi genişletildikçe sömürünün de giderek artacak fabrikalardaki işçilerden kent mekânlarında yaşayanlara kadar çok büyük bir insan kitlesi “ezilen” haline getirecekti.

İşte devrimi gerçekleştirecek olan kitle, nüfusun çok büyük çoğunluğunu oluşturan bu ezilenler (başka bir deyimle proleterler) olacaktı.

İşte Marks’ın devrim hipotezinin gerçekleşmemesinin nedeni, hipotezini dayandırdığı tespitin yanlış olmasıdır.

Çünkü, 19.Yüzyıl’ın sonlarına doğru ezilen çoğunluğun durumunda ciddi değişiklikler olmaya başladı.

Her şeyden önce liberal demokrasinin Batı toplumlarında yerleşmeye başlaması ile birlikte işçi sınıfının önemli bir seçmen kitlesine tekabül eden bireylerinin oy hakkı, emekçilerin bazı önemli haklar elde etmesine zemin hazırladı.

Bu süreçte sendikal hak ve özgürler tanınmaya, kurulan güçlü sendikalar emekçiler için yeni sosyal kazanımlar elde etmeye başladı.

1800’lü yılların ikinci yarısında yerleşmeye başlayan ekonomik ve sosyal haklar (ikinci kuşak haklar), sosyal devlet yapılanması ile birlikte adeta kurumsallaştı.

Bu sürece ön ayak olan örgütlenmelerden biri de sendikalarla işbirliği içindeki sol, sosyal demokrat partilerdi.

Çok önemli bir şey daha oldu; Avrupa ülkelerinde refah seviyesi oldukça yükseldi.

Kapitalizm bütün sömürü ilişkileriyle devam ediyordu ama artık belli haklarla donatılmış olan işçisi sınıfı eskisi kadar sefalet içerisinde değildi.

İngiliz, Amerikan ve Fransa devrimlerinin sonucunda siyasal rejimlerin niteliği haline getirilen temel hak ve özgürlükler, Batı’da yurttaşlık kavramının kapsamını genişletmiş ve bu çerçevede ülke nüfuslarının büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin de -başta seçme-seçilme ve örgütlenme hakkı olmak üzere- bu haklardan yararlanması söz konusu olmuştu.

Liberal demokrasi koşullarında farklı partilerin, iktidar arayışlarında sefalet içerisindeki emekçi kesimlerden de destek alma ihtiyacı emekçilerin de kendi taleplerini dile getirebilme ve bu doğrultuda örgütlenebilme imkânlarını doğurdu.

Bu örgütlenmelerin en önemlisi elbette sendikalardı.

Bununla birlikte doğrudan doğruya işçi sınıfının hak taleplerini sendikalarla birlikte hareket ederek siyasal sisteme taşıyan ve bu taleplerin büyük ölçüde gerçekleşmesini sağlayan sosyal demokrat partiler doğdu.

Yani gelişmiş Batı demokrasileri, sendika-parti işbirliği içerisinde gerçek değer yaratan emekçilerin siyasallaşması, demokratik geleneklerin ve teamüllerin bir parçası olmasından sonra olgunlaştı, kurumsallaştı ve istikrarlı bir nitelik kazandı.

Bu sürecin sonunda, sendikal hak ve özgürlükler ile sosyal devlet kazanımlarının da epeyce ilerlemiş olmasından dolayı emekçilerin refah seviyeleri daha da arttı.

Yani 1900’lü yıllara gelindiğinde, Karl Marks’ın ilk çözümlemelerinde dile getirdiği “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan” işçi profili büyük ölçüde değişmişti.

Bu aşamada emekçilerin kaybetmemeleri gereken ve hatta daha da artırmak istedikleri birçok maddi-manevi değerleri vardı.

Bu yüzden artık belli bir tüketim imkânı ve haklar düzeni içerisinde yaşamaya alışmış bu işçi sınıfının devrim yaparak düzeni alt üst etmek ve yerine sosyalist bir düzen inşa etmek gibi bir niyeti olmayacaktı.

Bilakis işçi sınıfı, sendikal hak ve özgürlüklerinden kaynaklanan grev ve toplu sözleşme gibi araçları da kullanarak ayrıca destekledikleri sosyal demokrat partilerin siyasal iktidar gücü ile mevcut refah seviyelerini ve elde ettikleri hakları daha artırmak gibi bir hedef taşımaya başladı.

Peki işçi sınıfının böyle bir refah seviyesine ulaşması nasıl oldu?

Kapitalizm sömürü sistemi mi yumuşadı?

Elbette hayır.

Batı açısından bu “güllük gülistanlık” görüntünün başka bir arka planı vardı.

Madalyonun diğer yüzünde kâr hırsı, sömürü, acı, ıstırap olanca hızıyla devam ediyordu.

Çünkü Batı sömürgecilik sisteminden aldığı muazzam kaynakların bir kısmını kendi mazlumlarına bir nevi “sus payı” olarak aktardı.

Elbette buna rağmen susmayan Batı’nın kararlı devrimcileri vardı.

Ama nihayetinde sömürgecilik sisteminden nemalanan Batı sistemi ve demokrasisi, sendikaların ve sosyal demokratların da yapısal katkılarıyla, işçi sınıfını büyük sistemin daha asi, ama sistem dışı olmayan bir parçası haline getirmeyi başardı.

Kapitalist sömürü, “dünya sömürgecilik sistemi” içerisinde Doğu’nun/Güney’in mazlum halklarına, köylülerine, emekçilerine, üretken beyinlerine, insan kaynaklarına hem de zor ve şiddet yoluyla, bazen hegemonik kültürel altyapı inşa edilerek, işbirlikçi (komprador) mankurtlar üreterek taşındı.

Bu dünyasal sömürü sistemi emperyalist işgallerle; doğal zenginliklerin ve tarım topraklarının talan edilmesiyle; ülkelerin bağımlı tüketim pazarı haline getirilmesiyle pekiştirildi.

İşte bu dünya sistemi içerisinde kapitalist Batı ülkelerinin refah seviyesi sömürge/sömürülen ülkelerden gelen “yağmacı” zenginliklerin etkisiyle 19. ve 20.Yüzyıl boyunca arttıkça arttı ve bu artıştan -elbette siyasal, ekonomik gücü doğrultusunda- payına düşeni işçi sınıfı da aldı.

Bu yüzden 20.Yüzyıl’da Batı’da “devrimler çağı” kapandı.

İçinde güçlü bir devrimci geleneği barındıran yurtsever/enternasyonalist sosyalist teşekküllerin eylem ve faaliyetleri devam etse de cılız kaldı, Batı devrimci dinamiklerini kaybetti.

Hatta milyonlarca insanın katledildiği emperyalist dünya savaşları Batı’dan, bu hırs ve rekabet coğrafyasından başladı.

Ardı ardına faşist, nazist, aşırı sağcı, yabancı düşmanı, soğuk savaş totalitaristi rejimler Batı’da kuruldu.

Dünyanın her yeri kan, göz yaşı, esaret iklimine dönüştürüldü.

  1. Yüzyıl’ın ilk yarısında mazlumlar coğrafyasında bütün bu kıyımlar, sömürüler, talanlar olurken Batı’daki işçilerin, sendikaların çoğunluğu ne yapıyordu, ne düşünüyordu?

Sosyalistlerden ayrışan sosyal demokrat partilerin tavrı neydi?

Bu sorular, tartışmalı sorulardır.

Batılı siyasal sistemin sol yanını, vicdanlı tarafını temsil etseler de cüzdanları da dolmaya başlayan işçi sendikalarının ve onların partilerinin Batı’dan kaynaklanan küresel vahşet düzenine doğrudan veya dolaylı destek vermediklerini söylemek güç.

En azından engel olmadıklarını kesinlikle söyleyebiliriz.

Örneğin İngiltere’nin Ortadoğu’daki işgal planı uygulamalarına ancak bu işgal sürecinin yarattığı ekonomik sıkıntılar ülkenin emekçi kesimlerini de olumsuz olarak etkilemeye başladığında sosyal demokratların, sendikaların kararlı bir itiraz yürüttüğünü biliyoruz.

Oysa oldukça dar bir siyasal alanda ve sınıfsal tabanda etkin olabilen sosyalistler, Avrupa’da her zaman emperyalist savaş karşıtı bir tutum sergilemişlerdi. Hatta İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist saldırılara karşı en büyük halk direnişleri sosyalist-komünist partilerin öncülüğünde gerçekleştirildi.

Ama ne yazık ki, Batı’nın işçi sınıfı ve onun sendikal ve sosyal demokrat temsilcileri. 20.Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde çoktan devrimci niteliklerini yitirmişler, küresel sömürü düzeninin iç meşrutiyet dayanağı olmuşlardı.

Devrimci hareketler, artık hem sömürülen, hem tüketilen, hem emperyalist talana ve işgale uğrayan Doğu’da, Güney’de kendisini gösterecekti.

İşte içindeki her bir ferdi, “yurtsever proleterya” niteliğinde olan “kuvayi milliye” ile kendisini gösteren bu yeni devrimci hareketin ilk ışığı, ilk sinyali 19 Mayıs’ta Samsun kıyısında demirleyen Bandırma vapurunun bir odasında yönü çalışma masasındaki eskimiş haritaya çevrilmiş olan loş bir lambada kendisini gösterdi.

Bu ışık daha sonra dev bir alev topuna dönüşerek bütün mazlum coğrafyaları aydınlatacaktı.

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde gerçekleşen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı aynı zamanda Doğu’ya doğru kayan devrimci dinamiklerin ilk hareket noktasıydı ve hareketin İlk Adım’ı 19 Mayıs’ta Samsun’da atıldı.

  1. Yüzyıl’da Avrupa’da vahşi kapitalizm altında ezildikçe ezilen işçi sınıfının feryadı ve direnci kapitalist emperyalizme direnen Anadolu halkının kuvayi milliye haykırışında kendisini göstermeye başladı.

Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halklar 1 Mayıs’tan 19 Mayıs’a, tarihin ilerleyen akışında bir mazlumlar köprüsü inşa ettiler.

1830’lu yıllarda, örneğin Liverpool fabrikalarında boğaz tokluğuna çalışan ailelerin ürettikleriyle, onların canlarıyla-kanlarıyla beslene beslene azgın bir canavara dönüşüp dünyada saldırmadık yer bırakmayan kapitalist emperyalizmi yere seren Boğaç Han, Gazi Mustafa Kemal Atatürk oldu.

Evet, belki dünyada kapitalist sömürgecilik ve emperyalizm tamamen yok edilemedi, ama bunun imkânsız olmadığını da bütün dünya ve mazlum milletler Atatürk önderliğindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın müthiş bir zaferle sonuçlanmasıyla anladı.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında şu sözü boşuna söylememişti: “ “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız Türkiye’ye ait değildir… Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olurdu ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır…”

Aslında dava yalnızca mazlum şarkın (doğunun) davası da değildi, Kuvayi Milliyeciler esasında Batı’daki mazlum emekçileri temsil eden devrimcilerin yarım bırakılmış veya etkisizleştirilmiş olan kapitalizm hesaplaşmalarına da bir ölçüde müdahil oldular.

Çünkü emperyalizm ve sömürgecilik üzerine kök salan Batı kapitalizminin Anadolu’da yediği şamarın sesi Liverpool fabrikalarında bir makinenin çarkına dönüşerek yabancılaşmış emekçileri de kendine, insaniyetine getirecek şiddetteydi.

Yani aslında 19 Mayıs ruhu, 1 Mayıs ruhunu da içinde taşıyordu.

1 Mayıs’tan 19 Mayıs’a uzanan mazlumlar köprüsü
Yorum Yap