Hakan Reyhan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. TÜRKİYE
  4. Türkiye’de neden çevreci parti yok?

Türkiye’de neden çevreci parti yok?

featured
Player Alanı

İçinde bulunduğumuz yıllarda derinliğine hissettiğimiz ekolojik kriz ilk defa 1970’li yıllarda “çözülmesi gereken acil sorun” olarak dünya gündemine geldi. Burada milat 1972 yılında Stockholm’de düzenlenen BM Çevre Konferansı’dır. Bu konferansta büyük devletlerin sınırsız büyüme ihtiraslarının dünyayı yok olmanın eşiğine getirdiği derin bir kaygıyla dile getirilmiş ve bu konuda yazılmış rapor (“Büyümenin Sınırları”) tartışmaya açılmıştı. Yine bu konferansta, yüzyıllarca doğasıyla ve insanıyla birlikte sömürge tahakkümünde yaşamış olan mazlum milletler coğrafyasından (başta Hindistan’dan) gelen güçlü sesler “çevresel adalet” diye bağırıyordu.

Yani 1960’lı yılların kitlesel gençlik hareketlerinin rüzgârı altında ilerleyen 1970’li yıllar çevreci hareketin ve tartışmaların küresel çapta yoğunluk kazandığı bir başlangıç dönemi oldu. Elbette daha önce dünyanın değişik bölgelerinde doğanın tahrip edilmesine karşı korumacı yaklaşımlar, politikalar, sivil hareketler ve bireysel çabalar, “büyük çevreciler” vardı. Ancak dünya çapında ve ulusal çapta toplumsal, siyasal çevreci hareketlilik söz konusu değildi. Çünkü ekolojik kriz henüz gündelik hayatta tam olarak hissedilmiyordu.

Buna mukabil, az sayıda olmakla birlikte, ekolojik krizi öngören ve bu konuda duyarlılık oluşturan araştırmacılar, bilim insanları da vardı. Örneğin Amerikalı ekolojist Aldo Leopold’un 1949 yılında yayınlanan ve “Bir Kum Yöresi Almanağı” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) adıyla Türkçemize çevrilen derleme kitabı 1950’li 60’lı yıllarda sarsıcı etkiler yaratmıştı. Leopold insanlığı doğa ile empati kurmaya çağırıyor ve bunun için “dağ gibi düşünmek” gerektiğini söylüyordu. Yine Leopold, “toprak etiği” kavramını gündeme getirmiş ve toprağın da canlı bir organizma olduğunu vurgulayarak “çevre merkezci etik” yaklaşımın öncüsü olmuştu.

O dönemlerde daha da sarsıcı ve etkili bir kitap, Rachel Carson’un -yine dilimize çevrilen- “Sessiz Baharı”ydı (Palme Yayınları). Biyo-kimya alanında önemli çalışmalar yapan Amerikalı bilim insanı Carson, 1960’lı yılların başında yayınlanan bu kitapta 2.Dünya Savaşı sonrasında kimya şirketlerinin DDT gibi sentetik pestisitlerle -elbette “yüksek verimlilik” (aslında yüksek kârlılık) hedefiyle- toprağı, suyu nasıl kirlettiğini, doğal döngüyü nasıl yok ettiğini çok etkileyici bir dille yazmış ve bilimsel olarak da ispatlamıştı.

Rachel Carson, bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’nın “kitlesel katliam silâhları”nın da mimarı olan dev kimya-tarım şirketlerinin hedefi olmuş, başına gelmedik kalmamıştı. Carson’un ibretlik hikâyesini ayrıca ele almak gerekir. Sessiz Bahar, o kadar etkileyiciydi ki, 1960’lı yıllardaki kentsel protest toplumsal hareketi eylemcilerinin (aktivistlerinin) başucu kaynağı olmuştu. Kitlesel çevre hareketinin gelişiminde bu kitabın payı büyüktür.

Nihayetinde çevre duyarlılığıyla ilgili bu entelektüel birikim ile birlikte 1970’li yıllar boyunca yeni çalışmalar yapılmıştır. Örneğin aşırı büyüme ideolojisini sorgulayan ve büyük şirketlerin ekolojik krizdeki günahını sergileyerek küçük ölçekli bir üretim ve yaşam biçimi öneren “Küçük Güzeldir” (E. F. Schumacher) ile dünyanın insana değil, insanın dünyaya muhtaç olduğu ve dünyanın kendisini yenileyebilen bir canlı organizma olduğu varsayımıyla insan merkezci bakış açısını sallayan “Gaia Hipotezi” (James Lovelock) kitapları çevreci hareket üzerinde büyük etkiler bırakmışlardır.

Bütün bu gelişmeler, başta Avrupa ve ABD olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde çevreci partilerin doğmasına yol açmış ve 1980 sonrasında çevreci siyaset, siyasal hayatın dikkate alınması gereken güçlü unsuru olmaya başlamıştır. Hatta Almanya’da hemen bütün çevreci tarihsel birikimi içerisine taşıyan “Yeşiller Partisi” uzun iktidar deneyimi de yaşamıştır.

1990’lı yıllardan sonra ekolojik krizin yeni ve daha tahrip edici boyutunu, iklim krizini yaşayan dünyada, iklim değişikliğini önleme amaçlı çevreci hareketler de genişlemiş, güçlü ve yaygın çevreci partiler artık çoğu ülkede demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsuru olmaya başlamışlardır.
Bugün sadece Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da değil, Güney Amerika’dan Asya’ya Kuzey Afrika’ya, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya kadar dünyanın hemen bütün bölgelerinde irili ufaklı çevreci/yeşil partiler varlıklarını sürdürmektedir.

İklim, gıda ve su sorunu derinleştikçe “yeşil siyaset” daha fazla etkinlik kazanmaya başlamakta, siyasetin çoğulcu, demokratik bir nitelik kazanmasında önemli rol oynamaktadır.
Şimdi yazının başlığındaki soruya gelelim: Türk siyasal hayatında neden çevreci/yeşil bir siyasal parti yok?

Kimse arada bir gündeme gelen ancak herhangi bir seçime katılabilecek örgütlenmeyi bile sağlayamadan dağılan “Türkiye Yeşiller Partisi” deneyimlerini aklına getirmesin. Bu hareketin entelektüel bir katkı sağladığı muhakkak olmakla birlikte hiçbir siyasal karşılığı yoktur.
Adında “Yeşiller” olmakla birlikte başka ideolojik yaklaşımların “hülle partisi” olarak seçimlere katılmış siyasi partileri de elbette çevreci parti olarak kabul edemeyiz.
O zaman Türk siyasal hayatındaki bu “çevreci parti” kısırlığının nedeni ne?
Türkiye’de iklim değişikliği yaşanmıyor mu? Küresel ısınmadan en çok etkilenen ve etkilenecek olan ülkelerden biri.

Kuraklık var mı? Ciddi şekilde var.

Tarım-gıda sistemi tehlike sinyalleri veriyor mu? Hem de nasıl!

Su fakirliği yaşanıyor mu? Neredeyse su kıtlığına doğru gidiyoruz.

Geleceğin sigortası olarak kabul edilen yeraltı suları bile iyice azaldı mı? Azaldı.

Ülkede sıcaklık rekorları kırıldı mı? Kırıldı.

Büyük HES ve kapitalist madencilik projeleriyle en bakir coğrafyalar, ağaçlar, topraklar, akarsular, biyoçeşitlilik potansiyeli yıkıma uğratılıyor mu? Uğratılıyor. Anadolu’nun her bölgesinde hiçbir siyasal angajman içerisinde olmayan köylüler, özellikle de kadınlar büyük direniş sergiliyorlar.
Çarpık bir kentleşme ve betonlaşma ile tarım-toprak alanları inşaat haline getiriliyor mu? Getiriliyor. Kapitalizm yayıldıkça kent kültürü yok oluyor, kent hakkı ihlâl ediliyor.

Hızlı metalaşma ve ultra tüketim toplumu içerisinde gıdanın genetiği bozulmaya başladı mı? Başladı. Yediğinden içtiğinden kuşku duyan milyonlarca insan var.

Tarihsel-kültürel miras tahrip oluyor mu? Oluyor?

Daha çok şey sıralayabilirim.

Bütün bu çevresel tahribata karşı Türkiye’nin hemen her yerinde görülen bir toplumsal direnç, en azından itiraz var mı? O da var.

Türk halkında ciddi bir çevreci duyarlılığının olduğunu, son dönemlerdeki özellikle yıkıcı madencilik ve büyük HES projelerine yönelik geniş halk tepkisinden anlıyoruz.

Yani aslında adamakıllı bir çevreci parti olsa gönül rahatlığıyla destekleyecek belki yüzbinler, belki milyonlar var. Seçime katılan gerçek bir çevreci parti olmadığı için net bir rakam söyleyemiyorum, ancak böyle bir partinin ciddi bir oy oranını yakalayabileceğini tahmin edebiliyorum.
Aslına bakarsanız ülke tarihimizde toplumsal-siyasal ve bilimsel-entelektüel bir çevreci birikim de yok değil.

Her şeyden önce Atatürk var. Onun çevreci yaklaşımlarını ve politikalarını okuyucularımız bileceklerdir.
Atatürk’ün çevreciliği ile ilgili yüzlerce örnek verilebilir. Ben sadece çarpıcı bir tanesinden bahsedeyim: Onun Ankara’nın en kuru-kıraç topraklarında uygulamaya geçirdiği Atatürk Orman Çiftliği projesi, şu anda dünyada iklim krizinin çözümü olarak sunulan “kent tarımı” ve “kentsel sürdürülebilir kalkınma” politikalarının en ilk ve çarpıcı örneğidir. Atatürk’ün ağaç, orman, toprak duyarlılığı zaten malûmdur.
Atatürk’ün dışında Tevfik Fikret’ten Ethem Nejat’a, Manisa Tarzanı’ndan Halikarnas Balıkçısı’na, Türkiye’nin Rachel Carson’u Osman Nuri Koçtürk’e kadar doğacı-çevreci onlarca isim sayabilirim. Demek ki, yabana atılamayacak bir tarihsel-entelektüel birikim de var.

Peki sorumu biraz daha açarak yineliyorum: Türk siyasal hayatında, masa başında kurulup üç-beş ayda bütün Türkiye sathında örgütlenip seçimlere katılabilen onlarca parti -üstelik doğru dürüst bir siyasal-toplumsal karşılıkları olmamasına rağmen- tabiri caiz ise at koşturuyorken bu kadar tarihsel arka planı ve hareketli-tepkili toplumsal tabanı olmasına rağmen, üstelik iklim krizinin herkesi etkilediği bu sıkıntılı günlerde neden bir çevreci parti yok?

Onu geçtim, kurucusu Türkiye’nin öncü çevrecisi olan CHP’de, neden bir fraksiyon olarak bile çevreciler bulunmuyor? Önümüzdeki dönemde CHP’den Cumhurbaşkanı adayı olacak kişiden Atatürk’ün ulusalcı çevreciliğini, Türk halkının ağaç-doğa duyarlılığını ve evrensel çevre hakkı ilkelerini yansıtan bir “yeşil deklarasyon” beklemek çok mu hayalcilik olur? Neyse yazının başlığı olan ana sorumuz da hâlâ yanıtlanabilmiş değil. Konunun siyasal kültür ve siyasal psikolojik boyutları var. Bir başka yazıda üzerinde duracağım.

Türkiye’de neden çevreci parti yok?
Yorum Yap