Hakan Reyhan
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Siyaset
  4. Liberalizm olmadan merkez sağ, sosyalizm olmadan merkez sol

Liberalizm olmadan merkez sağ, sosyalizm olmadan merkez sol

featured
Player Alanı

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde belirlenmiş olan Türk siyasal modernleşme sürecinin ana hedef noktası olan Batı Avrupa siyasal sisteminde demokrasinin sağlıklı işliyor olmasının en önemli nedenlerinden biri; köklü tarihsel-sınıfsal dinamiklere dayalı örgütsel yapılarıyla kurumsallaşmış olan sol, sosyalist ve liberal partilerin rekabeti üzerinden biçimlenmiş olmasıdır.

Bunun için de tarihsel olarak güçlü bir burjuva ve işçi sınıfının gelişmesi ve ayrıca, üretici, kentli ve yurttaşlık değerleriyle hemhal olmuş demokratik bir siyasal kültürün belirleyici olması gerekmektedir.

Türkiye’de Jöntürk döneminden bu yana hep inşa edilmesi niyet edilse de, Batılı anlamda güçlü bir burjuva sınıfı gelişmedi.

Osmanlı düzeninin geleneksel iktisat kültürü ve sonrasında girdiği emperyalist bağımlılık ilişkileri ulusal burjuva sınıfının gelişmesini engelleyici birçok unsur taşıyordu.

Burjuvazi, büyük sanayileşme hamlelerinin gerçekleştirildiği Cumhuriyet döneminde iyi-kötü kendisini göstermeye başlasa da, Batılı anlamda bir siyasal kültürel birikimi olmadığı için, liberal siyaseti besleyen bir sınıfsal bilinci hiç bir zaman etkinleştiremedi.

Bu durumun Türk siyasal hayatı açısından yarattığı sonuçları hâlâ yaşıyoruz.

Batı ile eş zamanlı olarak Sanayi Devrimi yaşanmadığı için örgütlü bir işçi sınıfının kendisini göstermesi de Batı’dakinden çok sonra gerçekleşti.

Bu yüzden Türkiye’de siyaset, genellikle toplumsal sınıfların kendi aralarındaki özgürlük tartışmaları ve iktisadi güç rekabeti üzerinden değil, devlet çarkını ele geçirmek ve ona yön vermek isteyen aydın-bürokrat-teknokrat-tüccar-asker gibi güç unsurlarının bribirleriyle veya taşra ile ittifak arayışları içerisinde biçimlendirdikleri siyasal ve kültürel çatışmacı güzergâhta ilerledi.

Toplumsal sınıfların demokratik denetiminden ve disiplininden kopuk bu siyaset kültürü siyasal komplolara ve emperyal oyunlara açık bir siyasal hayatın da adeta kökleşmesine yol açtı.

Türkiye’de liberal olmayan merkez sağ bu süreçte karizmatik liderleriyle birlikte doğdu, büyüdü, güçlendi ve ancak 2000’li yılların başında meydana gelen ilk ciddi liderlik krizinde söndü.

Bir bakıma buna benzer bir gelişim sürecini merkez solda da görmek mümkün.

Türkiye’deki merkez sol siyaset de tarihsel olarak geniş kitlelerin toplumsal-sınıfsal talepleriyle değil, CHP’nin kendi devrimci değerleriyle sosyal demokrasi/demokratik sol ilkeleri örtüştürdüğü bir siyasal zeminde, aktif bir Kemalist sol/Atatürkçü sol aydın hareketinin de parti içindeki adeta ince işçiliğiyle 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yıllarda güç kazandı.

Ancak 12 Eylül darbesinin silindir gibi üzerinden geçmesiyle birlikte hiçbir zaman 1970’li yıllardaki gücüne ulaşamadı.

1980’li yılların sonlarına doğru –sendikal hareketlerin yeniden ivme kazanmasıyla birlikte- merkez sol siyasal atmosferde sosyal demokrat (SHP) rüzgârlarının bıraktığı esinti de kısa sürdü.

Toplumsal zemin çok sağlam olmadığı için, kamuoyunun gündemine abartılı bir şekilde sunulan İSKİ skandalı gibi yerel yönetimlerdeki bir yolsuzluk krizi bile sosyal demokrasinin havasını söndürmeye yetti.

1990’lı yıllardan sonra merkez sol siyaseti temsil eden iki parti (DSP ve CHP) de güçlü bir iktidara erişecek kitlesel desteğe hiç ulaşamadılar.

Öyle ki, sosyal demokratların, demokratik solcuların kitlesel tabanını oluşturması gereken emekçiler, “düzen karşıtı” söylemlerini daha “inançlı” bularak muhafazakâr-İslâmcı milli görüş hareketine yönelmeye başladılar.

Milli görüş çizgisinin uzantısı olan veya o çizgiden dönüşen partiler, ilk önce solun terk ettiği (veya etmek zorunda kaldığı) bu zemin üzerinde büyüdüler, iktidar oldular ve nihayetinde merkez solu da merkez sağı da tahkim ederek 2000’li yıllardan sonra siyasal hayat dümeninin tam olarak başına geçtiler.

Gelinen son nokta şudur: Milli görüş kökenli parti Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) merkez sağ boşluğu bütünüyle doldurmuş ve bu şekilde çok uzun süre tek başına iktidar koltuğuna oturmuştur.

Türkiye’de merkez sağ ve merkez sol siyaset son derece kırılgan bir yapıya sahip bulunmaktadır.

Bu kırılganlık Türk siyasal hayatında “liberalizm” üreten güçlü bir milli burjuva sınıfının ve “sosyalizm” üreten güçlü bir sendikal işçi sınıfının oluşamamış olmasından kaynaklanmaktadır.

Bu yüzden liberalizmden beslenmeyen bağnaz bir muhafazakârlık, sosyalizmden beslenmeyen cılız bir sosyal demokrasi vücut bulmuştur.

Türk siyasal hayatına baktığımızda, burjuvazinin kentli değerlerini içselleştirmiş, sekûler ve ulusal bir liberal siyasal hareketin, bir kaç siyasal-entelektüel topluluk dışında hemen hiç görülmediğini söylemek gerekir.

Güçlü bir liberal siyasal hareket olmadığı için Türk siyasal hayatında olması gerektiği gibi kentli değerlerle bütünleşmiş bir muhafazakârlık da yerini taşralı değerleri yansıtan muhafazakârlığa bırakmıştır.

Elbette bu durumun önemli bir nedeni de 1950’li yıllardan itibaren kentleşme sistemimizin alt üst olması; çarpık, düzensiz bir kırdan kente göç sürecinin yaşanmasıdır.

Bu durumun yol açtığı sonuç, kentlere yığılan kalabalıkların kentte yaşasalar da kentlileşememeleri olmuştur.

Hatta kent mekânlarında kırsal değerlerin başkalaşarak ve daha da tutuculaşarak yeniden üretildiği görülmüştür.

Detayları üzerine uzun uzun konuşabileceğimiz bu durum, Türk siyasal hayatında liberalizmi adeta yutarken, milliyetçilik ve muhafazakârlığı da taşralı-köylü bağnazlığı içerisinde esas ideolojik özünden uzaklaştırmıştır.

Bu süreçte, merkez solu temsil eden tek güçlü, örgütlü güç olan CHP de, siyasal hayatın dominant gücü olan AKP illüzyonu altında merkez sol kimliğinden, sendikalardan, işçi sınıfından bazı pragmatik stratejilerinden dolayı uzaklaşmaya başlamıştır.

CHP’nin 1960’lı yıllarda kazandığı ve 1970’li yıllarda Bülent Ecevit liderliğinde içselleştirdiği sol kimliğinden uzaklaşmasında sendikaların örgütsel ve sınıfsal gücünün giderek azalmasının büyük payı olmuştur.

Çünkü sendikaların örgütsel-kitlesel gücü ile sol, sosyalist hareketlerin siyasal gücü arasında doğrudan bağlantı vardır.

Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, sol kimliği bulanıklaşan CHP, kendi tarihsel ideolojik ilkelerine, kurucu değerlerine daha fazla yaslanmak, yani daha Atatürkçü veya Kemalist olmak yolunu da tercih etmiş değildir.

Hatta bu özcü eğilim, CHP tabanında oldukça geniş bir destekçi bulsa da parti yönetim kadroları içerisinde “ulusalcılar” adı verilen daha dar bir fraksiyon olarak kalmıştır.

Tarihsel olarak şu saptamanın da doğru olduğunu ve tartışılması gerektiğini düşünüyorum: CHP’nin sol kimliğinin en güçlü olduğu zamanlar, Atatürkçü, cumhuriyetçi kişiliğinin de en güçlü olduğu zamanlardır. Bana sorarsanız CHP’yi gerçek anlamda iktidara taşıyacak denklem de burada yatmaktadır.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; tarihsel olarak CHP’nin cumhuriyetçiliği solculuğundan önce gelmiştir ve CHP, kuruluşundan sonra çok uzun bir süre solcu değil, sadece cumhuriyetçi olmuştur. Ancak sonradan edindiği Ecevit mavisi sol gömleğin de CHP’ye çok yakıştığını, kılık kıyafetinin değişmez bir parçası olduğunu da belirtmek gerekir. Bu konuya devam edeceğim.

Liberalizm olmadan merkez sağ, sosyalizm olmadan merkez sol
Yorum Yap