Ebru Bozcuk
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Yaşam
  4. Bir İstanbul Masalı: Kuzguncuk… Ezan, Çan, Hazan

Bir İstanbul Masalı: Kuzguncuk… Ezan, Çan, Hazan

featured

“Beykoz ‘da oturmalı Beykoz’ da çalışan adam
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir ve gayet nefis yapar gül reçelini pansiyoncu Madam ve kızı Raşel”

Nazım HİKMET böyle bahseder Kuzguncuk ‘tan…

İstanbul ‘un eski semtleri deyince ilk akla gelen yerlerden birisidir aslında …

Cumbalı ahşap evleri, zarif konakları, Arnavut kaldırımı sokakları ve asırlık çınarlarıyla size eski zamanlardan bir şeyler fısıldıyor gibidir adeta…

Görmüş geçirmiş bir İstanbul hanımefendisi edasıyla karşılıyor beni Kuzguncuk…
Hafiften yağan yağmur, hüznü de beraberinde getiriyor sanki.

Bir zamanlar diye söze başlayan o zarif insanlar, çiçekli pencere önleri ve o eski incelikler aklıma geliyor.

Kuzguncuk, İstanbul ‘un Anadolu yakasındaki ilk Musevi yerleşim bölgesi…
Ermeniler ve Rumlar 18.yy dan sonra yerleşiyorlar.
Asırlar boyunca Yahudi, Rum, Müslüman ve Ermeni nüfusun bir arada yaşadığı Kuzguncuk ‘ta farklı dinlere ait ibadethaneleri yanyana görmek mümkün.
İki konağın arasında bir sinagog, hemen karşı kaldırımda bir kilise ve biraz ileride bir cami sıcacık karşılıyor sizi bu semtte…

“Huzurun başkenti” diyenleri öyle haklı çıkarıyor ki, o zamanlara ışınlanma isteği uyandırıyor insanda…

Kuzguncuk ‘ta halen iki sinagog ve üç kilise aktif olarak faaliyet gösteriyor fakat artık azınlık nüfus yok denecek kadar az.

1955’deki 6-7 Eylül olaylarından sonra, pek çok yurttaş ülke dışına çıkmak zorunda kalmış.
1974’deki Kıbrıs olaylarından sonra da eski sahiplerinden kimse kalmamış semtte…
Aslında küçük bir balıkçı köyü olan Kuzguncuk sokaklarında, Rumca, Ermenice, Türkçe ve Ladino dilleri bir arada duyulmaktaymış.
Düşünsenize; müziği, yemekleri, kültür ve inanışlarıyla tam bir festival yeri adeta…
İspanya ‘dan gelen Yahudilerin mutfağı olan Sefarat mutfağı apayrı bir zenginlik içeriyor ki en iyi lakerdayı onların yaptığı söyleniyor. Bu arada lakerdaya “La guerida” deniliyor ve sevgili anlamına geliyor.

Velhasıl Kuzguncuk’ ta bir Türk’ün evinde pişen mantıya, bir Rum evinden gelen musakka ya da bir Ermeni mutfağından gelen midye dolma veya bir Sefarat mutfağından gelen şahane bir lakerda eşlik ediyor.
Yahudilerin hamursuz bayramı, Müslümanların kurban bayramı, Hristiyanların paskalyası hep birlikte coşku içinde kutlanıyor.
Camiden çıkan güler yüzlü insanlar, pazar ayininden çıkan şapkalı şık hanımlar beyler, sinagogdan çıkan zarif insanlar aynı kahvede oturup kahvelerini yudumluyor ve günlük hayattan bahsediyorlar…

Tüm bunları düşününce Kuzguncuk için düşlere açılan bir semt diyebiliriz sanırım…
Düşünsenize; Nazım HİKMET, Can YÜCEL, Oktay RIFAT ve Haydar ERGÜLEN gibi ustaların yaşadığı bir yer…
Şimdilerde tüm popülerliğine rağmen, her şeye inat, kurtarılmış bir bölge gibi ruhunu korumaya devam eden semt, insanda hep bir “gecikmişlik” hissi uyandırıyor…
Kuzguncuk; zarif ahşap evleri, Arnavut kaldırımları, tarihi fırınından çıkan ekmek kokuları, yıllanmış çınarları ve Çınaraltı kahvesindeki deniz kokusuyla başka bir zamana götürüyor sizi…
O günlerden bu günlere elbette çok şey değişti fakat galiba kalan tek şey burada yaşayanların güzel anılarıydı…

Onlar bu toprakla hemhal olmuş, bu havayı solumuş, bu denizden ekmeğini kazanmış, bu ülkenin talihini yaşamış insanlardı…

İbadetleriyle , acıları sevinçleriyle, bayramları, şarkıları, yemekleri ve çok katmanlı kültürel mozayiği ile bizim insanlarımızdı.
Sanırım bir semtin ruhunu yaratan, oraya gelenlerin aidiyet duygusuyla, o sokaklara, o kokuya, o dokuya sahip çıkması olsa gerek…

Bir şehir ancak ortak buluşma anını hissetme haliyle kendi benliğini kazanıyor. Bir arada olmanın ruhu bu olmalı…
Galiba burada sorulması gereken en önemli soru, “Biz İstanbul ‘lu olmayı becerebiliyor muyuz ya da biz İstanbul’ u anlayabiliyor muyuz?”…

Kafamda bu sorularla bir zamanlar usta şair Can YÜCEL ‘in sıklıkla geldiği Çınaraltı kahvesine oturup bir çay söylüyorum.
Yağmur inceden inceye yağmaya devam ediyor. Vapurlar telaşla karşılıklı seferlerini yaparken, insanlar hiç durmadan bir yerlere koşturuyor.
Susuyorum… Vapurların peşi sıra uçuşan martıları ve bu efsunlu şehri seyrediyorum.
Garip bir şekilde bir yerlere tutunma ihtiyacı hissediyorum. Aklıma birden Can YÜCEL ‘in o şiiri geliyor…

“Ben Kuzguncuk’ ta yeşil bir dal buldum, ona tutundum.
Kuzguncuk ‘ta oturuyorum, martılarla aynı katta”

Umarım o yeşil dal yerinde kalır ve bizden sonrakiler de o dala tutunmaya devam eder diye geçiriyorum içimden …
Ve Can babanın ruhu için demli bir çay daha içip ayrılıyorum Kuzguncuk’ tan….

Bir İstanbul Masalı: Kuzguncuk… Ezan, Çan, Hazan
Yorum Yap