Dünyanın gözü kulağı günlerdir İran – İsrail savaşındaydı. Peki bu savaşın nedeni gerçekten İran’ın nükleer programı mıydı? Biraz geriye gidelim. 1993’te Foreing Affairs dergisinde yayımlanan Samuel Huntington’un makalesi 1996’da “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” adıyla kitaplaşmıştır. Kitapta Soğuk Savaş döneminin ardından çatışmaların/savaşların medeniyetler arasında ‘ekonomik’ ve ‘ideolojik’ nedenlerden değil, ‘kültürel’ ve ‘toplumsal farklılıklardan’ kaynaklı çıkacağı, bu çatışmanın da Batı ile İslam dünyası arasında olacağı iddia edilmiştir. Huntington ayrıca 1979 İran İslam Devrimi’nin ardından Batı ile İslam dünyası arasında ‘kısmi bir savaş’ın başladığını da ileri sürmüştür. Humeyni’nin ifadesine dayanarak da ‘İran’ın fiilen Amerika’yla savaş halinde olduğunu’ iddia etmiştir. Bununla birlikte Kaddafi’nin de Batı’ya karşı ‘kutsal savaş’ ilan ettiğini, ABD’nin ise İran, Sudan, Irak, Libya ve Suriye’yi ‘terörist devletler” olarak nitelendirdiğini belirtmiştir. 2001’de gerçekleşen “11 Eylül Saldırıları” da bu çatışmanın bir örneği olarak görülmüştür.
Bu teze karşı “antitez” olarak 2005’teki Birleşmiş Milletler zirvesinde “Medeniyetler İttifakı” projesi Erdoğan ve Zapatero’nun çalışmalarıyla hayata geçmiştir. Amaç, Batı ve İslam dünyası arasındaki kutuplaştırmayı ortadan kaldırma, medeniyetler arasında bir “ittifak” oluşturma hedefi ortaya konmuştur. Kasım 2024’te 10. toplantısı Portekiz’de yapılan “Medeniyetler İttifakı” buluşmaları bugün basında popülerliğini yitirmiş görünmektedir.
‘PEKİ YA BİZ ‘İTTİFAKIN’ YA DA ‘ÇATIŞMANIN’ NERESİNDEYİZ?’
Netanyahu amacının İran’da rejimi değiştirmeye yönelik olduğunu açıklamıştı. Şu an için değişmediği ortada. 1979’da İslam Devrimi’nin ardından bugün İran toplumunda bir muhalif, özgürlük yanlısı bir kesimin de olduğu ortada… ABD’li düşünür Noam Chomsky, geçtiğimiz günlerde bu konuya ilişkin görüşlerini şöyle açıklamıştı: “İran iş birliği yapsa bile cezalandırılacak. Bu dış politika değil. Bu sistemsel bir sabotajdır. İran’a karşı savaş nükleer silah veya terörizmle ilgili değil. Kontrol meselesi. Söz konusu olan herhangi bir bölgesel aktörün ABD-İsrail egemenliğine direnme kapasitesini reddetmektedir. İran güçlü olduğu için değil, itaat etmeyi reddettiği için tehlikededir.”
“İtaat etmeyi reddetmek” ifadesinden hareketle Attila İlhan’ın 1990’larda kaleme aldığı iki makalesi bizi düşünmeye sevk eder. 24 Ocak 1991 tarihli yazısında “sistem” sorgulaması ile bir analiz yapmıştır:
“İlk aşama belki de Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla sona erdi. (…) Sistem, sosyalist etiketli ‘totaliter’ bürokrat diktalarını nihayet çökertmiştir. (…) Körfez Harekâtı bölgedeki petrole el koymayı mı amaçlıyor? Hiç sanmıyorum. Öngörülen sık sık da açıklanan amaç, bölge ülkelerinin ‘demokratikleştirilmesi’, yani ‘Pazar ekonomisi’, yani ‘ekonomide karşılıklı bağımlılık ilkesinin uygulanması’, kısaca yabancı sermaye egemenliğidir. Çünkü Cezayir’den Irak’a, Yemen’den Tunus’a ya da Suriye’ye kadar bu Arap/İslam ülkeleri Nasır tipi ‘merkeziyetçi bürokrasi’ diktaları tarafından yönetilmektedir. Hemen hepsi eski birer sömürge, bu yüzden de şiddetle anti-emperyalist, Batı aleyhtarı, dolayısıyla da ekonomide açık kapı politikasına karşı! (…) ecnebi nüfuz ve sermayesine ‘kapalı’ olan bu rejimlerin ‘sistem’e kazandırılması öngörülmüş olamaz mı?”
İlhan 8 Mart 1994 tarihli yazısında yine sistem’den bahsetmiştir: “…sistem’in ‘yeni’ siyasi ve iktisadi sömürgeciliğine direnmeye çalışanlar günümüzde Üçüncü Dünya ülkeleri (…) Hele blok olarak Sovyet İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra sistem gözünü özellikle bu milliyetçi ve anti-emperyalist Üçüncü Dünya ülkelerine dikmiştir.”
‘ARAP BAHARI VE SİSTEM’
Attila İlhan’ın, sistem’in karşısında olduğunu ifade ettiği anti-emperyalist ülke liderlerinin Arap Baharı ile devrilmesi bir tesadüf müdür? Neydi Arap Baharı? Tunus’ta 17 Aralık 2010’da başlayan olaylar sonucu Zeynel Bin Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek, Libya’da Muammer Kaddafi, Yemen’de Abdullah Salih devrilirken; Fas, Ürdün, Bahreyn, Sudan, Cezayir, Lübnan gibi ülkelerde iktidar değişimleri, gösteriler ve karışıklıklar yaşanmıştı. Son olarak Suriye’de Esad rejimi devrilmişti.
Peki füzelerle yapılan ve adına “savaş” denilen bu süreçte İsrail’in amacı neydi? Rejimi değiştirmek? Peki neden? Petrol ya da nükleer programdan bağımsız olarak İran’daki ‘anti emperyalist/muhalif’ rejimi devirip sistem’e dahil etmek mi? Yani bu yaşananlar Attila İlhan’ın öngörülerini doğruluyor olamaz mı?

‘DEM’İN AÇIKLAMASI VE TERÖRSÜZ TÜRKİYE SÜRECİ’
Öte yandan Netahyahu’nun oğlu Yair’in geçtiğimiz dönemde sosyal medyada Türkiye topraklarını içine alan bir haritayı paylaşması “sonraki aşamada hedef Türkiye mi olacak?” sorusunu akıllara getirmişti. Bu da Türk kamuoyunda tartışılmıştı. Yoksa İsrail’in saldırısı Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası mı? İleride İsrail bir NATO ülkesi olan Türkiye’ye saldırırsa NATO ne yapacak? Öte yandan Eylül 2006’da Roma NATO Savunma Koleji’nde Ralph Peters adlı ABD’li bir yarbayın parçalanmış Türkiye haritasının gösterilmesi üzerine Türk subaylar salonu terk ederek tepki göstermişti. Bunun üzerine dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ABD’li mevkidaşı Peter Face’i arayarak durumu protesto etmişti. Unutmadan, ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Büyük Ortadoğu Projesi ile 22 ülkenin sınırının ve rejiminin değişeceğini 7 Ağustos 2003’teki demecinde ifade etmişti. (*) İleride ne olacağını kestiremesek de bir yandan da “Terörsüz Türkiye” sloganı ile yürütülen bir sürecin içindeyiz. Toplum temkinli… Olumlu olumsuz tepkiler yükseliyor. Böyle bir ortam içinde 29 Haziran 2025 Pazar günü DEM Parti’nin Cumhuriyete baş kaldıran Şeyh Sait’i “saygı ve minnetle anması” ve sözde “iade-i itibar” istenmesi oldukça düşündürücü. Bugüne kadar 23 Nisan, 19 Mayıs, 29 Ekim gibi özel günlerde hiçbir kutlama paylaşımı yapmayan DEM Parti’nin bu tavrına “Terörsüz Türkiye” sürecini başlatan Bahçeli’nin nasıl bir tepki vereceği merak konusu. Belki bu açıklamayla DEM Parti masadan kalkmak mı istiyor olamaz mı? Yorum sizin…